Madde madde, Atatürk’ün görüşleri - Halil Berktay
18 Temmuz 2011 00:26
ATATÜRK Türk ve İslam tarihi üzerine ne demiş? Bu görüşler, o gün ve bugün bilim karşısında, tarihçiliğin dünya çapındaki ölçüleri ve pratiği açısından nerede duruyor? Ya Türk Tarih Kurumu’nun sansürü?
Bazı dış gözlemlerden sonra, gelelim işin özüne. (1) Atatürk içerik olarak, Türk ve İslâm tarihi hakkında ne demiş? (2) Bu görüşler, o gün ve bugün, bilim karşısında, tarihçiliğin dünya çapındaki ölçüleri ve pratiği açısından nerede duruyor?
Sonra (3) Atilla Oral mektubun kendisine ne diyor? (4) TTK’nın bu “sansür”ünü nasıl yorumluyor? (5) Mektubun ağır üslûbunu da hesaba kattığımızda, olay, Tek Adam ve Tek Parti dönemine asıl hangi bakımlardan ışık tutuyor?
Mustafa Kemal’in 16-17 Ağustos 1931’de Yalova’dan Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti Yüksek Riyaseti’ne yazdığı not, “Mektubumuza haşiyedir” diye başlıyor. Buradan, Zakir Kadirî’nin İslâm Tarihi taslaklarına karşı daha önce yazılıp yollanmış, belki daha uzun bir “ilk ve esas mektup”un mevcut olduğunu anlıyoruz. Atilla Oral’ın TTK yöneticilerinden yaptığı alıntılardaki “özel arşiv”e göndermeler de bunu doğruluyor.
“Haşiye”nin doğrudan doğruya tarihe ilişkin önermeleri 1.-7. paragraflarında yer almakta. Ayrıştırarak üzerinden gideceğim. (1a) Cebrail’in, Hira dağındaki mağaraya çekilen Muhammed’e görünüp Rabbin, Allahın adına oku talimatı vermesini Atatürk “İkre, Bismi, Rabbi” diye özetleyip “safsata” olarak niteliyor.
(1b) İslâmiyetin çıkışı sırasında Arapların “kumsal çöller”de, oysa Türklerin “zengin medeni muhitler”de yaşadığını öne sürüyor.
(1c) Devamla, Araplar “medeni cihanlar”a ve “bilhassa Türk zengin medeni muhitleri”ne girdiklerinde “yapmadıkları tahrifat kalmadı”, diyor. Arapların “İslâm’dan evvel cihanşümul Türk medeniyetinin bütün vesikalarını imha” ettiklerini iddia ediyor.
(1d) Kudüs kuşatması hakkında İslâm kaynaklarında anlatılan bir anekdot vardır. Bizans’a (Doğu Roma’ya) ait olan Kudüs’ün önde gelenleri, kentin anahtarlarını ancak halifeye teslim edebileceklerini söyleyince, dünya ve iktidar nimetlerine sırt çevirip sade bir yaşam tarzını benimsediği vurgulanan Ömer, üzerinde yamalı gömleğiyle ve tek bir deveye kölesiyle nöbetleşe binmek suretiyle gelip, Kudüs civarındaki Cabiye’de Halid bin Velid, Ebu Ubeyde ve Yezid bin Ebu Süfyan’la buluşur. Komutanlarını Romalılar gibi süslü elbiseler içinde ve gene süslü, güzel atlara binmiş görünce kızar; yere atlayıp onlara (sembolik olarak) taş atar; ne çabuk fikir ve reyinizden döndünüz diye azarlar. Komutanlar biz silâhlarımızdan başka süs bilmeyiz deyip özür dileyince barışırlar.
Anlaşılan, Zakir Kadirî de yeni lise kitapları için kaleme aldığı İslâm Tarihi bölümlerinde de, İslâmiyetin ilk baştaki eşitlikçi, bölüşümcü, sosyal adaletçi özlemlerini yansıtan bu meseli aktarmış. Atatürk işin bu yanını umursamıyor.
(1d.1) Kudüs’ü kuşatan orduyu “Arap ırkından başka ve yüksek ırklardan mürekkep” diye tarif ediyor.
(1d.2) Bu ordunun “yüksek ve muhteşem huzuru”nda Halife Ömer’in “o ordunun kumandanlarına karşı yerden taş alarak atmak” suretiyle –şimdi dikkat– “çıplak ve çıfıt Araplık” (vurgu benim) gösterdiğini savunuyor.
(1e) “Bunu artık Türk çocuklarına bir fazilet gibi okut”mamalıyız, diyor. Devamında, “bir hırka ve bir hurma hikâyesi[nin] artık bir insanlık fazileti olarak gösterilme”mesini talep ediyor.
(1f) Son ve belki en kritik nokta, İslâm devletlerinde yaygın olarak görülen köle veya gulam ordularıyla ilgili. Geçmişte olduğu gibi günümüz tarihçiliği de bu “askerî kölelik” kurumunu, İslâm medeniyetinin Avrupa devletleri ve ordularından farklı bir özelliği olarak kaydediyor. Arap yayılması doğu İran’a dayandığında, Emevî döneminin Arap-İslâm devleti “Kıpçak çölü”ne (deşt-i Kıpçak) komşu oldu. Hem Batı Asya bozkırının Türk aşiretlerini İslâmiyete kazanmaya, hem de steplere akın düzenleyerek özellikle erkek çocuk ve gençleri esir alıp götürmeye giriştiler. Böylece İslâm devletlerinin hassa (muhafız) orduları daha çok Türk kökenli askerî kölelerden oluşmaya başladı. Güçlenen bu hassa orduları zamanla darbeler de tezgâhlayıp iktidarı ele geçirdiler. Böylece İslâm âleminde “pretoryen devletler” fenomeni yaygınlaştı. Gazneliler ve Mısır’da Memlûkler, bu türün çarpıcı örnekleridir. Osmanlıların batıya doğru yayılırken önce Hıristiyan savaş esirlerinden kurduğu, sonra bir “devşirme” operasyonuna dayandırdığı kul (yeniçeri) orduları da aynı kurumun Balkan ortamına uyarlanması sayılır.
Atatürk’ün “haşiye”sinden, Zakir Kadirî’nin de İslâm Tarihi taslaklarında bu çok iyi bilinen tarihî gerçeklere yer verdiğini anlıyoruz. Ne ki, Atatürk için bunlar yanlış ve/ya söylenmemesi gereken şeyler. “Bu kölelerin Türk çocukları olduğu”ndan kim gurur duyabilir ? Türklerin “çok kahraman evlatlar”ı zamanla “Arap İmparatorluğu”na hâkim olduysa, onlara nasıl köle denebilir ? Böyle gerçekleri söylemek zorunda olmadığımızı imâ ediyor : “Efendi’ye, Sahib’e, Hâkim’e köle demek ve esir, zelil, naçiz insanlara [= Araplar] efendi demek, tarihin ifade etmemizi emrettiği bir şe’niyet [kötülük] müdür ?”
(1g) Bu bağlamda Atatürk’ün Araplardan, “Muhammed’in Halifesi unvanını taşımak maskaralığında bulunanlar”; Türklerden ise onları “emir ve iradelerine ram” edenler diye söz etmesi de dikkat çekiyor.
Taraf
16.07.2011