HİTAP, MUHATABINI BULUR
09 Mayıs 2020 16:47 / 1748 kez okundu!
Okuduklarınızı sorgulamaya, beyninizi zorlamaya, bildiklerinizi unutmaya; "ben neyim?", "ben ne yapıyorum?", "ben bir şey üretiyor muyum?", "ben entelektüel miyim?", "ben duruyor muyum?", "ben hareket halinde miyim?", "anlamak nedir?" "her şey bu kadar hızlı hareket ederken durabilmek işini, bir eylemlilik hali olarak da görebilir miyiz?" gibi sorularla boğuşmaya hazır mısınız? Hazırım diyorsanız, buyrunuz okumaya...
****
HİTAP, MUHATABINI BULUR
"Hitap muhatabını bulur" inancıyla yazdığım şeyler sosyal medyada hiçbir şekilde muhatabı olmayacak nice insanı buldu. O insanlar da bu vesileyle beni buldu tabii ki. Ama yine de bu bağlamda yazmak istemiyorum.
"Entelektüel olmak, yapamıyor olmanın tesellisidir aslında. Bir enstrüman çalamayıp virtüözleri dinleyen, bir şeyler yazamayıp iyi kitapları okuyan, yaratamayıp yaratılanları bilmekle tatmin olan… Yapamamak hıncı, bilmek hırsı yaratır. Yapmak eylemektir, bilmekse eğlemek. Birinde icra eden, aktif bir benlikle koordine bir zihin, diğerinde pasif bir kayıt cihazı.’’
Bu dikotomik önerme sosyal medyanın kısıtlarında yazılması nedeniyle ilk bakışta yüzeysel görünüyor; ancak mesele ucuz bir antientelektüalizmden çok daha girift.
Bir eylemin içinde olan, icra eden, faaliyet gösteren o eylemin kendisini, anlamını, neticelerini idrak etmekten uzaklaşır. Yapıyor olmak, eylemin kendisine hapseder tüm bilişsel süreçlerimizi. Fiziğin sınırları içinde maddeyle temas eden, fikrin ‘metafizik’ paydasına izdüşüremeyeceği bir akışın içinde debelenir. Bu mutlak bir ayrım değildir elbette. Ancak, anlamak için eylemden çekilmek, durmak, ‘eğlen’mek gerekir. Birçok dilde anlamak kelimesinin etimolojik kökleri ‘durmak’ fiiline dayanması ilginçtir. Episteme (ἐπιστήμη), Vekafe (وقف), Verstehen, Understand kelimelerinde olduğu gibi. Türkçede ise anlamak fiilinin kökü olan ‘an’, hafızanın kaydını tuttuğu en küçük birimi temsil eder. ‘An’, akışı olmayan, daha küçük birimlere ayrılamayan bir kesittir. Böyleyken kesitin kısıtında sabitlenmek gerekir. Anlamak fiilinin Türkçe'de de dolaylı olarak durmakla, sabitlenmekle ilişkili olduğunu varsayabiliriz.
Entelektüel kavramı hunharca kullanılmaktan bizar kelimelerden biri. Yazıyı etimolojik, kavramsal kökenlere dair detaylara boğmadan, yalnızca çağrışımlarla ilerlemek istediğimden, bu kavramın onlarca farklı tanımına, tasvirine yer vermeyeceğim; ancak yıllar önce Cemil Meriç’in Mağaradakiler kitabının girişinde ‘entelektüel’e dair tanım arayışlarının, en sonunda "işi olmayan adam" ifadesiyle son bulduğunu hatırlıyorum. İşi olmayan adam… Bir iş tutamayan, bir yola koyulamayan, duran, ‘eğlen’en, eyleyemeyen, bilmek tutkunu, hınçla bilen, çünkü şiddetince yapıyormuş yanılsamasına düşen. İşi olmayan, toplumsal, sosyal, ekonomik döngünün herhangi bir yerinde saf tutmamış, konuşlanamamış, dışında, gözlemleyen, insanlığın zihinsel, bilişsel, sanatsal olarak damıttığına iştah duyan, damıtılmış olanın zahir olduğu insanlarla ilgilenen, gündeliğin bilgisini ‘seçkin’ zihninin depolarına dolduramayacak kadar sofistike… Bu nedenle entelektüelin ortaya çıkması için önce belli mecburiyetlerin ortadan kalkması gerekir. En azından temel, asgari bir geçimin imkanına sahip olmalı entelektüel mesela.. Yoksa sürmek, istimrar etmek için çarkın bir dişlisi olmak zorunda kalacak insanların; çarkın işleyişini, aksamını, çarktaki sanatı, bilgiyi idrak etmeye zamanları olmayacaktır. Kısım olmak aksamı anlamaya engeldir.
Bu denklemlerle teşekkül etmiş, zaten özünde bir iştiyakla doğmuş insan, keşfetmeye başlar. Yaratılanı fark eden, keşfeden, idrak eden; ona maruz kalan olmaktansa onu yaratmayı arzular. Ve entelektüeli inşa eden aslında bu keşfediştir. İyi olanı, sanatsal yaratımı, nitelikli eseri ayırt edebiliyor ama yaratamıyor olmanın sancısını yaşar. Ve bu sancıyı teskin etmenin yolu da bilmenin dozunu arttırmaktır. Önce yaratılanı keşfedecek bir idrak ve ardından ‘yaratamıyor oluş’un bilinciyle tetiklenen bilme iştihası. Ama öte yandan onu atıl kılan, hareketsiz, durağan, eylemsiz hale getiren bir kısır döngü doğurur bu. Dostoyevski şöyle diyordu Yer Altından Notlar’da;
“Baylar, yemin ederim, her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır; hem de tam anlamıyla, gerçek bir hastalık. Normal bir insanın anlayış gücü, başka bir deyişle, yeryüzünün en soyut, en işini bilen kenti olan Petersburg’da (öyle ya, kentlerin işini bilenleri de var, bilmeyenleri de) yaşamak gibi katmerli bir talihsizliğe uğramış 19. yüzyıl aydınının payına düşen anlayışın yarısı, dörtte biri, hatta daha azı günlük yaşantımız için yeter de artar bile. Hani nasıl derler, içinden geldiği gibi hareket edenlerin, elinden iş gelenlerin anlayışıyla yetinmelidir insanoğlu.”
Anlayan, bilen, entelektüel insan, içinden geldiği gibi hareket etmesine engel olacak bilgi yükünü sırtlanır bir yandan. Elinden iş gelmez, çünkü öz bilincinin mahpusudur. Bu içe dönüklükle dışardaki her şeyi hadsiz bir iştahla tüketir. Dışarıya bir şey sunmayı, üretmeyi içerideki varlığına bir sadakatsizlik olarak görür. Bu minvalde entelektüelin varoluş potansiyeline duyduğu hayranlık aslında bir kibir emaresidir. Kendini sıradan olanın dışında gördüğü için gündeliğin, rutinin esiri olmak istemez. Bir yandan da sıradışı gördüğü özel şeylerin peşine düşer. Bir sanat eseri, düşünsel bir yapıt onda varoluşunu olumlaması ölçüsünde kıskançlık doğurur. Sanatçının ya da fikir adamının olağanüstü bulduğu eserlerinin onların hayatında olağan bir şekilde ortaya çıktığına şahit olması, kendince bedelini ödediği bilginin karşılıksızlığıyla yüzleşmesi bir krize sokar. İnsan, bilgisini edinmediği hiçbir hale bir istek duyamaz ancak zaten entelektüelin dramı da burada açığa çıkar. Bilgisini edinmiş olduğu yığınla ‘eyleme’ hali vardır. İyi kitapları, filmleri, besteleri tatmış; birçok dalda, alanda bu iyilerin ‘en’lerine kendini şahit kılmış ve kendisi için bir başlangıcın artık çok geride kalmışlığını fark etmesiyle yaratamayacak olmanın krizlerini yaşar. Ve ‘en’lerin büyüsünü yıkmak için başka bir ‘en’ arar. Bir idea simgesi olarak zihnini işgal eden bu ‘en’lerin dahalarını keşfettikçe öncekilere yönelik hıncından kurtulur. Ancak bir kısır döngü halinde yeni ‘en’leriyle mücadelesi başlar bu sefer de.
***
Salieri bir bestekar olduğu halde ‘Tanrının dile gelişi’ olan Mozart’ın sanatına hayranlığını şöyle dillendirmiştir. “Tanrım bu bana nasıl bir cezadır ki bu adama böyle bir yetenek verdin, bana ise sadece bu yeteneği anlayabilecek kadar bilgi verdin.” Öyle ki kendisi eylemenin bir katmanında olmasına rağmen eyleyişlerin dahasını fark eden bilgisi, kavrayışı, sezgisiyle Mozart’ın sanatına erişememenin hırsını yaşar. Salieri’yi kifayetsiz muhteris olarak betimleyen tarih, sanatın kendisini sergilemesi için seçtiği kişinin Mozart olduğunu imler. Mozart, Salieri gibi/kadar bilmez. Ancak bir cevher olarak onda açığa çıkan, Salieri’nin tüm tarihiyle, bilgisiyle, zekası ve dahi yeteneğiyle de ulaşamayacağı bir şeydir. İşte bu eyleyemeyiş ve eyleyemediğini biliş Salieri’yi, eyleyen Mozart’ın kıskanç düşmanı olarak tarihe düşmüştür.
Hayatı hareketle tanımlarız. Zamanı, yaşamayı tasvir edecek olsak aklımıza gelecek ilk kelime hareket olur. Anlamak nasıl bir sabitin bekçiliğinde mümkünse, o anda kalmayı mecbur kılıyorsa; yaşam da hareketle mümkündür. Entelektüel, bu durma noktalarında anlamakla mutlak bir ilişki kurduğundan yaşamı kaçırır. Gündelik, alelade bulduğu ‘hareket’lere zaten tevessül etmez; ancak seçkin aristokratik, hoş, güzel, estetik, iyi, dahice bulduklarına öykünür. Süfli hareket hali, temel yaşam kalım meselelerine özgülenmiş işlerdir. Bunlara maruz kalmadıkça hayatını mümkün mertebe hareketin dışında tutmaya gayret eder.
Bunları bir anti-entelektüalizm güzellemesi olarak yazmıyorum elbette ama ancak ‘entelektüel’ ilgilerden, kaygılardan usanmış olanların bunu gerçek anlamıyla kavrayabileceğine de inanıyorum. Entelektüeli, anlamak bağlamında duran, hareketsiz kalan kişi olarak göstermiştik. Bir yandan da her şey bu kadar hızlı hareket ederken, durabilmek işini, bir eylemlilik hali olarak da görebiliriz.
Merve Cemre GÜLER
Kaynak: https://medium.com/@merveguler1406/hitap-muhatabını-bulur-380cecaec266