Ulusal mı, Ulusalcılık mı?

13 Aralık 2018 11:22 / 1394 kez okundu!

 

 

Ulus olma özelliklerinin en geçerlileri olan, ortak yurt ve ortak tarih (ortak yaşanmışlıklar) ögelerine yeteri önem verilmezse, hatta ötelenir ve baskılanırsa dinsel ve ırksal ortaklıklar ve karşıtlıkların öne çıkmasına fırsat sağlanmış olur.

Küresel Kapitalizmin bu fırsatı kendi kronik krizini ötelemek için kullanması da beklenir ve elverişli bir durumdur.

Zamanında doğru bir ulus tanımı üzerinden bir anayasa oluşturamamış olmamızın da neden olduğu, giderek hızlanan tehlikeli, irdelenmesi, incelenmesi gereken bir süreç bu...

 

****

 

Ulusal mı, Ulusalcılık mı?

 

Benim soyum 1800'lü yıllarda gelmiş İzmir'e. Büyük ninem küçük bir kız çocuğuymuş.

Portakal vermişler kendisine.

İlk defa o an görmüş bu meyveyi. Kabuğunu soymadan ısırmaya kalkmış, "dıjı (acı)" deyip atmış portakalı.

Ama ben İzmir, Menemen'de doğdum.

Sokağımızın ismi bir Çerkez büyüğünün adını taşısa da ağırlıklı olarak 'Giritli' dediğimiz Girit göçmeleri ve daha birçok kimlikten aileler vardı.

Ben onların çocuklarıyla büyüdüm. Sokağımızda daha çok Gritlice konuşulurdu.

Benim yaşımdakiler Giritlice(*) konuşamazlardı ama annelerinin söylediklerini anlarlardı.

Onlar Türkçe cevap verirlerdi.

Giritli arkadaşlarım anneleriyle konuşurken ne istediklerini  en azından sezebilecek kadar da Gritliceye aşinaydım.

Giritli ninelerin sokakta karşılaştıklarında birinin diğerine, "İda kanis kala?" diye seslendiğini diğerinin de, "Kala yarabbi şükür" diye yanıtlayarak birbirlerinin hatırını sorduğunu anımsıyorum.

O zamanlar tek tük de olsa Güneydoğudan göç etmiş Kürt aileler vardı.

Onlar da aralarında kendi dillerinde anlaşırlardı. Türkçeyi de -tıpkı Giritli arkadaşlarımız gibi- kendine özgü şiveleriyle konuşurlar ve ne bizler ne de ailelerimiz bunu yadırgardı.

Mahallemize sonradan gelmiş bir Kürt Aile vardı. En büyük çocukları bizim yaşımızdaydı.

Oyun oynarken annesi çağırdığında saklanır, bizden Türkçe bilmeyen annesine Kürtçe "burada yok" anlamında bir şeyler dememizi isterdi.

Biz de dilimiz döndüğünce arkadaşımızın öğrettiği kelimeleri annesine seslenirdik. Bazı Kürtçe kelimeler ortak oyunlarımızda bizim konuşmalarımıza da yerleşmişti.

Ben Çerkezce bir kaç kelime bilirdim sadece.

Annem fincan böreği yapardı. Biz "Haluj" derdik. Aslında 'Haluj'un Çerkezce anlamı 'ekmek'ti.

Sokakta birlikte oynadığımız arkadaşlarıma da verilirdi. Onlar da Yörük, Giritli, Kürt olmaları farketmeksizin "Haluj" derlerdi fincan böreğine.

Paylaşmak, ortak bir söylem, ortak bir dil yaratabiliyordu.

 

Sadece diller değil, farklı gelenekler, -zaman içinde bir birine yaklaşan- farklı yaşam biçimleri vardı.

Hiç yadırgamazdık

Onca çeşitlilik içinde kimse kendini ya da diğerini 'öteki' görmezdi.

Annelerimiz birbirlerinden yemek tarifleri alırlardı.

Sinkosta, Şevketi Bostanı biz Giritli komşularımızdan öğrenmiştik ama Çerkez kültüründen esinlenerek yaptığı kendisine özgü mantıyı da annemden öğrenmişlerdi.

O günlerde bir kardeşleşme süreci işliyordu.

 

Sonraki zamanlarda, delikanlılığa geçiş ve sol dünya görüşünü benimsemeye başladığım sıralar, bu süreci tersine doğru işletme çabaları da başlamıştı.

O günlerden bugüne tüm yaşanmışlığın ışığında baktığımda, bu lanetli çabanın hızla başarıya doğru yaklaştığını üzüntü, korku ve öfkeyle görüyorum.

Bu sürecin derinlemesine irdelenmesi gerektiğini düşünsem de, bunu bu yazıda yapmayacağım.

Geldiğimiz noktayı anlatan yine bir yaşanmışlıkla devam etmek istiyorum.

 

Beş-altı yıl önce, Kozbeyli'de 'Selluka' adlı yemek evimizi işletirken bir tanıdığımız, arkadaşlarıyla bizi ziyarete gelmişti.

İçlerinden bir tanesiyle, İzmir'de görevli olan arkadaşıyla kısa bir süre sonra sohbetimiz ilerlemişti.

Sohbet esnasında bana kendisinin Laz olduğunu söylemişti.

Zaten konuşmasından, fiziksel özelliklerine kadar her şeyiyle belliydi.

Ben de ona Çerkez olduğumu söyledim.

Birden yüz ifadesi değişti. Bana acıyan gözlerle bakarak, "Sana üzüleceğin bir şey söyleyeceğim, Çerkezler Türk değil." demişti.

Ben de ona, "Ben bunu çocukluğumdan beri biliyordum. Benim için bu üzücü bir bilgi değil. Ama Lazlar da Türk değil." demiştim.

Bana çok kızmıştı ve Lazların genetik özellikleriyle Türk olduğunu kanıtlamaya çalışmıştı.

Bu kısa yaşanmışlığı, 'Budunculuk'la ilgili bir gönderimimin altında -neyi kast ettiğimi anlatmak için- yorumlarda anlatmıştım.

Anlatmadığım devamında ise tartışma büyümüş, başlarda güzel güzel giden sohbetimiz, araya 'ırkçılık' girince sertleşmiş, bir 'Laz'ın, "Türkçü" hakaretleriyle karşılaşmıştım.

Elbette gerekli yanıtı verdim ama, eğer kimlik bilincimi kimlikçilikle karıştırsaydım, ırkçı bir çatışmanın içinde olacaktım.

Ve belki de bu tartışma, çok önem verdiğim Türkiyeli olma iddiamla çelişecek bir aşamaya gelecekti.

Onun kafasındaki ulus -onun söyleminde millet- kavramıyla, benimki arasında dağlar kadar fark vardı.

Onunki buduncu bakış açısının bir yansımasıydı. Lazlığının inkarının kendisinde yarattığı travmayı ancak herkesten fazla Türkleşerek atlatabiliyordu.

 

Yıllar önce, MHP'nin DSP ile iktidar ortağı olduğu sıralar, televizyonda bir Kürt aşiret reisinin MHP'ye katılma törenini izlemiştim.

Aşiret reisi eliyle bozkurt işaretini yapamamış, oradakiler bizzat parmaklarını tutup, elleriyle yönlendirerek yardım etmişlerdi.

Büyük bir olasılıkla bu Kürt Aşiret reisi, tehdit ve çıkar içerikli bir pazarlık sonucu Oğuz boylarına dayanan ırkçılık düzeyinde bir Türk tanımına razı olmuştu.

Çok değil 8-10 yıl sonra, Kürt Aşiretlerinin mensuplarıyla birlikte HDP'ne katılma töreni haberlerini gazetelerde okumaya başladık.

Aşiret reislerinin zafer işareti yaparken çekilmiş fotoğrafları gazete sayfalarında yer alıyordu.

O zamanlar MHP'ne katılan hangi aşiretti şimdi hatırlayamıyorum ama, belki de o haberlerin bir tanesinde aynı aşiret reisinin zafer işareti yapan bir resmi vardı.

Sözünü ettiğim Laz Türkçünün de her an koyu bir Laz milliyetçisi, hatta Türk düşmanı olması ihtimali de aynı oranda bir olasılık.

 

Ulus olma özelliklerinin en geçerlileri olan, ortak yurt ve ortak tarih (ortak yaşanmışlıklar) ögelerine yeteri önem verilmezse, hatta ötelenir ve baskılanırsa dinsel ve ırksal ortaklıklar ve karşıtlıkların öne çıkmasına fırsat sağlanmış olur.

Küresel Kapitalizmin bu fırsatı kendi kronik krizini ötelemek için kullanması da beklenir ve elverişli bir durumdur.

Zamanında doğru bir ulus tanımı üzerinden bir anayasa oluşturamamış olmamızın da neden olduğu, giderek hızlanan tehlikeli, irdelenmesi, incelenmesi gereken bir süreç bu...

Belki o zaman için böylesi bir sorun yaratılacağı düşünülmedi.

Bugün doğru bir ulus tanımının yapılmasına şiddetle ihtiyaç var.

 

Zaman ilerledikçe eşyaya ('şey'lere) verdiğimiz adlar o 'şey'i tanımlamakta eksik kalıyor.

Çünkü zaman ilerledikçe yaşam gelişiyor, ayrıntılar çoğalıyor. Bazı kavramlara zamanla yeni tanımlamalar gerekiyor.

Bu konuda daha önce bir çok defa yazdım.

En son "ULUSAL İRADEDEN EMEKÇİ İRADEYE..." (1) başlıklı yazımda söz etmiştim.

Öncelikle bu ulus tanımının, günümüzün küresel ve ülke çapında olgularını hesaba katan bir kapsayıcılığı olması gerekiyor.

Bir etnik kimlik adı üzerinden yapılan ulus tanımlaması bu ülkenin birliğini sağlamaya yetmiyor. Yetmedi...

Böylesi bir tanımlama ister istemez buduncu bir tanımlama oluyor.

Keza dinsel, mezhepsel kimlikler üzerinden de yapılan tanımlamalar da yetersiz kalıyor.

Bitmedi, tek bir tür üzerinden yapılan tanımlama bile yetersiz.

Sadece ülkede yaşayan Türk, Kürt, Laz, Çerkez vs. gibi etnisiteler ya da Müslüman, Hristiyan, Sünni, Alevi gibi inanç kimlikleri değil, kurdu, kuşu, börtü, böceği, ırmağı, deresi, ağacı, yeşili, havası suyu da ulusun bir parçası...

Daha açık bir ifadeyle yurdun(**) bizzat kendisi de ulusun bir parçası.

Burjuvazinin (sermayenin) ulusal olmaktan çıktığı, hızla küreselleştiği günümüzde ulus ve yurt bütünleşmesi kapitalizmin içselleşmesi, derinleşmesi ve yaygınlaşmasının bir sonucudur.

Çünkü bugün artık bizzat içinden çıkardığı,  küreselleşmiş sermaye tarafından pazarlanmaya çalışılan yurt, sıradan bir toprak parçası, bir emtia, bir mülk değil, ulusun habitatıdır.

İnsanlık için Dünya neyse, ulus için 'yurt' odur.

 

Örneğin bizim yurdumuz, Anadolu Yurdu!..

On bin yıllık Anadolu tarihine herhangi yılda katılıp, kaderini bu topraklara bağlamış her bir insan topluluğunun, ulusun vazgeçilmez bir unsuru sayıldığı, budunculuktan uzak bir anlayışı yeni baştan yeşertmemiz lazım.

Yeni baştan diyorum, zira bu anlayış bu topraklarda bir çok defa yeşermiş, hatta kök salmıştı.

Yani ben etik  ya da yalnızca "olması gereken" bir önermede bulunmuyorum.

Kökleri zaten bu topraklarda olan, ancak, özellikle yaratılan atmosfer koşulları yüzünden ya da sık sık köklere varan kasıtlı budamalarla yeşermesine izin verilmediği için fark edilemeyen bir olgudan söz ediyorum.

Hangi etnisiteden, hangi inanç kimliğinden geldiği ya da hangi canlı türünden olduğu fark etmeksizin bu ülkenin bütün yaşayanlarının her birinin eşit birer unsuru olduğu bir ulus...

Bu ülkenin tarihi ve yaşanmışlığı üzerinden, gerçek anlamda ezilen ve inkar edilen bir ulusu, Anadolu Ulusunu tarifi ediyorum.

Evet Anadolu Ulusu... Tanımını olduğu gibi ismini de bu ülke tarihinden almalı.

Eğer Türk adının -bugün yaygın olan tanımıyla- bütün bu kapsayıcılığı sağladığını düşünüyorsanız yanılıyorsunuz.

En azından 5000 yıllık tarihi kapsamadığı bir gerçek.

O zaman şu soruya yanıt vermemiz gerekiyor; 5000 yıllık tarihi ret mi etmemiz gerekiyor?

Arkasından gelen diğer soru; Tarih, sizin ret etmeniz ya da yok varsaymanızla yok olur mu?

 

Belki şöyle denilebilir, "Biz Türk derken Türkiye'de yaşayan herkesi kast ediyoruz."

Keşke öyle olabilseydi. Türkiye'de yaşayan, "Türkiyeli" anlamında 'Türk' denilseydi.

Benim hiç bir itirazım olmazdı.

O zaman Türkiye'de yaşayan herkesin tarihini de kast ediyor ya da sahipleniyor olacaktık.

Peki sahipleniyor muyuz?

Eğer "Evet" diyorsanız, Cumhurbaşkanlığı Forsundaki 16 Türk Devletini nasıl açıklayacağız?

 

Birçoğunun yolu bu topraklara uğramamış ve kendilerine Türk bile dememiş olan bir çok budun devletlerini Cumhurbaşkanlığı Forsuna koyuyoruz da örneğin Etileri, Asurları, Lidyalıları neden koymuyoruz?

Örneğin Troyalılar..? Onlar bizim tarihimizin bir parçası değil mi?

Çanakkale zaferinin aslında Troya savaşının yıllar sonraki bir rövanşı olarak düşünmek sizi rahatsız mı ediyor yoksa heyecanlandırıyor mu?

Beni heyecanlandırıyor.

Ben ülke bölünmezliği ve ulusal bütünlükten yanayım.

Çerkez kökenli bir Türkiyeliyim. Türkiyeli olmama önem veriyorum.

Etnik kimliğimin bana bir ayrıcalık getirmesini istemiyorum.

Ama onu inkar etmemi de istemeyin benden. Ya da bir başka etnik kimliğe biat etmeye zorlamayın beni.

Anadolu'nun o 5000 yıllık tarihine sonradan katılsam da sahip çıkıyorum.

 

Ancak, ulusu sadece tarihe dayanarak tanımlayamazsanız.

Benim kafamdaki ulus tanımı da işte bu denli derin kökleri olan bir tarihe, ama bir o kadar da güncel gerçeklere dayanıyor.

Kapsayıcılığının bir yönüyle genişlediği, ama bir yönüyle de daraldığı, aslında güncel gerçeklere dayanan farklı bir kapsayıcılığı olan bir ulus tanımına ulaşmak gerekiyor.

Eğer ulusun kapsama alanını doğru belirleyemezsek ulusu da doğru tarif etmiş olamayız.

Bu kapsama alanının sınırlarını Sermayenin Küreselleşmesinin ortaya çıkardığı koşullar belirliyor.

Ne yurdun, ne de ulusal pazarların Sermaye için öneminin kalmadığı günümüz koşullarında sermaye artık ulusun bir parçası olamaz.

Ulus da, yurt da, ülke de, devlet de artık sadece emekçiler için değerli, önemli ve gerekli...

Bu süreç Küresel ölçekte yürüse de ülkemiz açısından yani Anadolu Ulusu açısından daha somut ve görünürdür.

Kolaylıkla Anadolu'nun tüm yaşayanlarını kapsayan, ama sermayedarı, küresel işbirlikçileri, betonlayanları, pazarlayanları kapsamayan, emekçilerin oluşturduğu bir ulusu tarif edebiliriz.

İsimler konusunda hiç bir zaman ısrarcı olmadım ve bu konuda da ısrarcı değilim ama Emekçi Anadolu Ulusu en uygun tanım olur.

Siz başka bir isim verin çok fark etmez ama ben bu tanımladığım ulusun bağımsızlığı, özgürlüğü ve bütünlüğünden yanayım.

Tanımladığım bu emekçi ulusun, Emekçi Anadolu Ulusunun iradesini ve iktidarını savunuyorum.

Tıpkı tüm ülkelerin emekçi uluslarının iradesini ve iktidarını savunduğum gibi.

 

Ulusun doğru tanımlanması ya da ulusun emekçileşmesi milliyetçiliği haklı çıkarmaz.

Emekçi ulus bilincini ulusçulukla karıştırmamak gerekir.

Ulusçuluk ya da milliyetçilik sonuç olarak kendi ulusunun çıkarlarını diğer uluslardan önde tutmaktır.(***)

Bu yaklaşım emekçi ulus bilincine uymaz.

Ulusların emekçileşme süreci tüm dünyanın emekçilerinin kardeşliğine ters bir süreç değildir.

Bu süreç emekçilerin birbiriyle ulusçu rekabetine doğru değil, ulusların emekçi kardeşliğine doğru işleme potansiyeli taşır.

Evet ne yazık ki "ulusların emekçi kardeşliğine doğru işler" diyemiyorum.

Çünkü potansiyeller değerlendirildiğinde eyleme ya da algıya dönüşür.

Küresel hegemonyanın, bu potansiyeli değerlendirme görevini üstelenmesi  gereken emek örgütleri, sol ve sosyalist partiler üzerindeki "post truth algısal etkisini" hesaba katarsak bunu çok rahat söyleme imkanımız yok.

Küresel Hegemonyanın 'ulusal' kavramı üzerinden ustaca yarattığı 'sol tabu', -bu kavramın yine Küresel Hegemonyanın bir unsuru olan- ırkçı, faşist kesimlerin kullanımına terk edilmesini getiriyor.

Irkçı faşist kesimler bu kavramın için boşaltarak ırkçılıkla özdeşleştirerek, bu tabunun daha da pekişmesini sağlayarak, bu küresel operasyonun yerel bazda etkisini arttırıyorlar.

Küresel Kapitalizme, emperyalizme karşı mücadelenin önemli bir argümanı olan, ulusal bağımsızlık, ulusal kaynaklar, ulusal ekonomi, ulusal eğitim, ulusal istihdam, ulusal irade gibi kavramlar üzerindeki bu 'sol tabu' sayesinde, neoliberal politikaların o ülkelerde direnç görmeden işlemesi sağlanabiliyor.

Ulusların emekçileşme süreci Küreselleş(tir)menin, sermayenin küreselleşip ulusun bir unsuru olmaktan çıkmasının ama aynı zamanda sermayenin küreselleşmesi de  kapitalizmin içsel krizinin -öteleyebilmesinin bir çaresi olarak- sonucudur.

Aynı şekilde -içsel krizi öteleme çaresi olarak- izlenen neoliberal politikalar da küresel çapta ülkelerde tüm sınıfsal kesimlerin yoksullaşma ve emekçileşmesinin de temel nedenlerinden biridir.

Kısacası emekçileşme ve yoksullaşma, küreselleştirme(sermayenin) ve emekçi ulusların ortaya çıkması, milliyetçiliğin kışkırtılması, anti emperyalist mücadelenin için boşaltılıp değersizleştirilmesi gibi olgu ve girişimlerin her biri, birbirinin tetikleyicisi ve sonucudur.

Bütün bu karmaşık neden ve sonuç ilişkileri içinde Emek örgütlerine sol ve sosyalist kesimlere düşen, "ulusal" olanla "ulusalcılık" kavramlarını birbirinden ayrı tutarak günceldeki sürecin, "EMEKÇİ ULUSLARIN KARDEŞLİĞİNE" giden süreci desteklemektir. 

 

Fırsatlarla tuzakları birbirinden ayırabilme yeteneği Küresel Hegemonyaya karşı doğru mücadelenin ilk şartıdır.

 

Nadi ÖZTÜFEKÇİ

11.12.2018

 

(*) Aslında doğru kullanımı "Giritçe" olması gerekir. "Giritlice" bizim o zaman kullandığımız terimdi.

(**) Sözlüklerde "Vatan" ile "Yurt" eş anlamda geçse de 'Vatan' kelimesinin, kanla, fetihle ilişkilendirilen, daha mülkiyetçi bir kavram olarak kullanıldığın görüyoruz.
O yüzden Yurt kelimesi tercih edilmiştir.

(***) Kendini "Ulusalcı Sol" olarak tanımlayan Ümit kocasakal'ın böyle bir tanımı vardır.


(1)"ULUSAL İRADEDEN EMEKÇİ İRADEYE...": https://nadioztufekciyazilari.blogspot.com/2018/10/ulusal-iradeden-emekci-iradeye.html

 

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.