MY BRILLIANT FRIEND VE NEGASYON
10 Ocak 2019 14:38 / 1692 kez okundu!
Geçen gün “My Brilliant Friend” adlı bir dizi film izliyordum. Konu ilkokuldan başlayıp sürüp giden 2 arkadaşın trajik hayatıdır. Filme İtalya’da 1950’li yıllarda ortaokuldaki eğitim de yansımaktadır. Şaşırmamak elde değil. Çocuklara Sokrates öncesi tragedyalar ve Sokratik dönem oldukça önemsenerek anlatılıyordu. Homeros anlatıları ve Sofoklesin Truvası sanki hayati bilgilerdir. Yani Batı, temel kültürünün dayandığı kökleri gayet iyi bilmekte ve bunu çocuklarına anlatmaktadır. Oysa Türkiye'de kavramsal sorgulama kültürü 80 darbesiyle tamamen yok edilmiştir (felsefe dersleri kaldırılmış, sadece önemsemedikleri imam hatiplerde serbest bırakılmıştır). Durum böyle olunca Batı entelektüeli ile aramızdaki farkın nedenleri daha iyi anlaşılabiliyor. (Halkta sorun yok, hatta bizdeki halk daha sağduyulu. Türkiye'de seçimler tarihine ve darbeler tarihine baktığımızda halkın sağduyusunu ve okumuşun bakış açısındaki hamlığı görürsünüz.)
****
MY BRILLIANT FRIEND VE NEGASYON
Geçen gün “My Brilliant Friend” adlı bir dizi film izliyordum. Konu ilkokuldan başlayıp sürüp giden 2 arkadaşın trajik hayatıdır. Filme İtalya’da 1950’li yıllarda ortaokuldaki eğitim de yansımaktadır. Şaşırmamak elde değil. Çocuklara Sokrates öncesi tragedyalar ve Sokratik dönem oldukça önemsenerek anlatılıyordu. Homeros anlatıları ve Sofoklesin Truvası sanki hayati bilgilerdir. Yani Batı, temel kültürünün dayandığı kökleri gayet iyi bilmekte ve bunu çocuklarına anlatmaktadır. Oysa Türkiye'de kavramsal sorgulama kültürü 80 darbesiyle tamamen yok edilmiştir (felsefe dersleri kaldırılmış, sadece önemsemedikleri imam hatiplerde serbest bırakılmıştır). Durum böyle olunca Batı entelektüeli ile aramızdaki farkın nedenleri daha iyi anlaşılabiliyor. (Halkta sorun yok, hatta bizdeki halk daha sağduyulu. Türkiye'de seçimler tarihine ve darbeler tarihine baktığımızda halkın sağduyusunu ve okumuşun bakış açısındaki hamlığı görürsünüz.)
Marksizme merak sardığımız yıllarda “olumsuzlamanın olumsuzlaması” gibi bir kavramla karşılaşmıştık. Bu Hegel’in en önemli fikirlerinden birisiydi. O günkü çocuk/gençlik aklımızla bunu iyi kavramış sayılmazdık. İyi kavrayamazdık çünkü tragedyaları bilmiyorduk. Tragedyaları bilmeyince onun negasyonu (olumsuzlaması) olan modernin tohumu olan Sokratik dönemi nasıl öğrenebilecektik? Sokrates sonrası Antik dönemi bilmediğimizde kavramsal tartışmayı bilemeyiz. Bunlar bizlere öğretilmemişti. Aldığımız eğitim de çok yetersizdi. Kemalist eğitim içi boş bir teneke kutu gibiydi. Batılılaşmayı temel almıştı ama onun özüne vakıf değildi. Oysa Batı kültüründe hem tragedyaların hem Antik Yunan'ın Sokrates ile başlayıp bütün Batıya şekil vermiş kavramsal sorgulamalarının önemli bir yeri vardı. Bizler temeli atılmamış bir binada nasıl sağlıklı bir düşünsel hayat sürebilirdik?
Hegel’in kavramına dönelim. Olumsuzlama kavramı negatif bir kavram gibi görünüyor ama aslında Hegel’in anlatımında negasyonun (olumsuzlama) hayatın akışında olumlu ve önemli bir şey olduğunu anlıyoruz. Batı düşünce tarihinde ilk önemli üretim tragedyalardır. Tragedyalar bizlere hayatın tuhaflığını, muallaklığını, alınmış ya da zamanında alınmamış basit bir kararın insanın bütün kaderini olumsuz değiştirebileceğini, insanın sarsak haliyle çoğunlukla makul olmayan kararlar verebileceğini ve sonuçta kaderin genellikle keder getireceğini ve sonuçta ölümün en büyük keder olduğunu anlatmaya çalışmıştır. İşte tragedyalar döneminin negasyonu/olumsuzlaması Sokrates ile başlayan aklın sorgulama sürecidir. Yani Sokratik dönem aslında tragedyalar dönemine bir reaksiyondur. Başlatılan yeni rasyonel dönem, aslında insanın aklıyla bu olumsuz kader algısından kurtulma çabasıdır. Bu süreç sonunda günümüz modernine varmıştır. Modern sürecinde bir negasyon vardır, bu da post moderndir. Siyaset açısından baktığımızda modernin ortaya çıkarmış olduğu yapı bu kez de postmodernizm tarafından negasyona uğratılarak homojenleştirilmiş, farklı bir kültürü getirmiştir. Hegel olumsuzlamanın olumsuzlaması ile bunları anlatmaya çalışmıştır. Marx bunu ekonomik altyapıda kavramış ve yanlış bir yöne savrulmuştur. Çünkü Marx’a göre tarih, sınıf savaşlarının tarihidir. Bu alanda Hegel tarihi düşüncenin tarihi olarak ele alır. Ona göre tarih, aslında tutkuların gösterisidir, tutkuların tarihidir. Ona göre tarihsel plan, insanın aklı ile tutkuları arasındaki ilişkidir.
Günümüz hayatı moderni aşıp postmodern bir yapıya dönüşse de aslına baktığımızda değişen sadece şekilsel yapıdır ve tarih ilerlemeci bir süreçten çok döngüsel bir sürece işaret etmektedir. Çünkü ontoloji en tepede hayatı kurgulamaktadır. Yani insanın yapısı sorunun kökenidir. Spinoza bu alanda en çok akıl yürüten filozoflardan birisidir. Spinoza’ya göre insan “neden- sonuç” ilişkisinden asla kurtulamayacağı için, özgürlük meselesini zor bir mesele olarak tanımlar. Ona göre yaşam sadece zorunlulukların arenasıdır. Sadece Tanrı özgür olabilir. Çünkü Tanrı’nın kararlarının ön nedenleri yoktur. İnsan ise neden-sonuç ilişkisine bağlı yaşar. İnsanın bağlı olduğu nedenlerden birisi tutkudur. Dolayısı ile sürekli maruz kaldığımız tutkular bizi şu ya da bu yola itip çaresiz kurbanlar haline getirir.
Suriye sorununu aşamama, BM'nin temel ilkesinin aşılamaması (5 karar verici), katliamların, spekülasyonların, krizlerin önlenememesi, mutlak düşmansız olamama, Kaşıkçı cinayetinde Batının çıkarsal yaklaşımı gibi sorunlar iki bin yıl önce de tam böyleydi. Liberaller genellikle Freud’u sevmezler. Ben de bazı anlatılarını doğru bulmam ama Freud’un hayatın akışında bilinçten çok bilinçaltının iş gördüğü tezini de bir yana atamayız. Seneca (Romalı filozof/Stoacı) "Bazen yaşamanın kendisi bile cesaret eylemidir” der.
Nihat ÜSTÜN
09.01.2019
Son Güncelleme Tarihi: 14 Ocak 2019 11:37