ROBÝNSON CRUSOE VE YASAK AÐACIN MEYVESÝ

02 Aðustos 2018 02:24 / 1492 kez okundu!

 

 

Bilgelik aðacýnýn meyvesini yiyen insan bilinçlenmeye baþlar ve artýk daha fazla bilmek ister. O artýk kendinden dýþarý doðru bir adým atmýþtýr. Ýnsanýn kendinden dýþarý adým atmasý ve artýk kendi olmamasý onun için ayný zamanda yabancýlaþma halidir. Ýnsan artýk bir taraftan sorgulamakta, öðrenmektedir, diðer taraftan giderek kendine yabancýlaþmaktadýr.

 

****

 

ROBÝNSON CRUSOE VE YASAK AÐACIN MEYVESÝ

 

1974 yýlýydý. Ýzmir’de cumbalý bir Rum evinde oturuyorduk. Öðleden sonra kapý çalýndýðýnda annem açmýþtý. Ayþe Hanýmýn küçük oðlu Sinan kapýdaydý. “Mihriban Teyze, eðer bir maniniz yoksa annemler akþam yemeðinden sonra size gelmek istiyor” dedi. Annem “Ne manimiz olabilir, buyursunlar” dedi.

Misafirlik hal hatýr sormayla baþlamýþtý her zaman olduðu gibi. Mahallede herkes herkesin neredeyse yedi sülalesini bilirdi. Ayþe Haným Kýrþehirliydi. Nevzat Bey ise Ýstanbulluymuþ. Onun babasý bir zamanlar Yeniköy’de yazlýk sinema çalýþtýrýyormuþ. Kýþ olduðunda sinema makinesini minibüse koyup ver elini Anadolu diyorlarmýþ… Ýþte, Ayþe Haným ile Nevzat Bey Kýrþehir’de bu münasebetle tanýþmýþ ve evlenmiþler. Neredeeeen nereye...

Gecenin belli bir saatinde konu Adem ile Havva’ya nasýl gelmiþti hatýrlamýyorum. Abim üniversitede okuyordu, yeni devrimciydi ve parka ile gezer olmuþtu. O da birden konuya dahil oldu. “Býrakýn böyle cahillikleri. Ýnsan tabii ki maymunun evrimleþmesinden oldu” deyince birkaç saniyelik bir sessizlik oldu. Sonra babam “Biz insan olarak yaratýldýk. Sen maymundan geldiðimizi düþünüyorsan maymunsun” deyince abim bir refleksle “maymun sensin" deyiverdi. Babam onu gece yarýsý annemin yalvarmalarýna karþýn evden kovdu. Sonra ben ve kardeþim de devrimci olduk. Yýllarýmýz böyle devrimle hemhal olmakla geçti.

Felsefe dediðimiz þey hakikati arama, dýþ dünyayý ve kendini anlama çabasýdýr. Bu yüzden çok uzun yýllar bilim ve din, felsefe disiplini ile çevrelenmiþti.

Tek tanrýlý dinlere göre insan tuhaf bir þekilde dünyaya gönderildi. Tanrý onlara “yasak aðacýn meyvelerini yemeyi yasaklamýþtý. Tanrý insaný kendine benzer yaratmýþtý ve istediði de cennette huzurla yaþamasýydý. Yýlan, Adem ile Havva’yý kandýrarak yasak aðacýn meyvesini yemelerini saðladý. Onlara “aðacýn meyvesini yediðinizde gözleriniz açýlacak iyi ile kötüyü bilerek Tanrý gibi olacaksýnýz” dedi. Adem ile Havva meyveyi koparýp yedikten sonra ikisinin de gözleri açýldý ama bu yüzden de cennetten kovularak dünyaya gönderildiler. Ýnsanýn gözlerinin açýlmasý ayný zamanda çeliþkilere de gark olmasý demekti. Dolayýsý ile gözün açýlmasý iyi birþey midir bilinmez. Ýnsanýn gözleri açýldýðýnda özgür ve mutlu olabildi mi? O da þüpheli.

Tek tanrýlý dinlerin binlerce yýllýk yaratýlýþ anlatýsýndan bir kýsým din bilgini ve filozof nasýl bir hakikat arar?

O meyvesi koparýlan aðaç aslýnda bilgelik aðacýndan baþka birþey deðildir. Bilgelik aðacýnýn meyvesini yiyen insan bilinçlenmeye baþlar ve artýk daha fazla bilmek ister. O artýk kendinden dýþarý doðru bir adým atmýþtýr. Ýnsanýn kendinden dýþarý adým atmasý ve artýk kendi olmamasý onun için ayný zamanda yabancýlaþma halidir. Ýnsan artýk bir taraftan sorgulamakta, öðrenmektedir, diðer taraftan giderek kendine yabancýlaþmaktadýr.

Ýnsan için en önemli meselelerden birisi ayný zamanda “kendini bilme” meselesidir. Ýnsanýn özgürlüðü de kendini bilme ile ortaya çýkacak olan bilinç durumudur. Ama bizleri biz yapan özfarkýndalýk deðil yarýlmýþ kendilik (J.Gray’den) olduðu için yol çok uzun ve meþakkatlidir. Hakikat dediðimiz þey de aslýnda bu bitimsiz yoldur. “Kendini bilmenin” önemi konusundaki bilinen ilk farkýndalýk Sokrates’te olmuþtur. Sonra birçok filozof ve mütefekkir de (Mevlana, Yunus, vd.) bu konuyu iþlemiþtir. “Kendini bilme” ayný zamanda insanýn kendi içindeki hayvanýn farkýndalýðýdýr. Kendinin doðaya karþý köleliðinin farkýndalýðýdýr. Ýnsanýn doðasýndan ve diðerinden özgürleþmesinin ne kadar güç olduðunun farkýndalýðýdýr. Bu farkýndalýk nasýl olacaktýr? Ýnsan kendini kendinde tanýyamaz. Ýnsan kendini ancak diðerinde tanýr. O halde insan kendini diðerinde tanýmaya çalýþmalýdýr.

J.Gray “[Kendimizi] bilmediðimiz gerçeðini kabullenmek, gnostiklerin peþinde olduðundan çok daha farklý bir içsel özgürlüðü mümkün kýlar. Bu negatif kabiliyetiniz varsa daha yüksek bir bilinç formu istemeyeceksiniz; olaðan zihniniz size ihtiyaç duyduðunuz her þeyi verecektir. (...) Saðlam adýmlar atan bir kukla olmaktansa tökezleyen insanlarýn dünyasýnda yolunuzu bulacaksýnýz” diyor.

Yani aydýnlanmacýlarýn altýný körükledikleri bilim ateþi önemlidir. Ateþin ýþýðý dýþarýyý aydýnlattýðýndan insan onunla kendini bilmez, sadece dýþ dünyayý daha iyi görür ama onunla insan özgürleþmez. Onunla insanýn kendini tanýmasý da mümkün deðildir. Bu haliyle insan sadece dýþ dünyada saðlam adýmlar atan bir kukla olabilir. Kendini bilmek biraz da nasip iþidir (dini baðlarý zayýf olan ben nasýl nasipten bahsedebiliyorum? Bu da ayrý bir konumuz olsun).

Yani insan ancak kendini bilmeye baþladýðýnda özgürleþmeye de baþlar. Bunun zorluðuna Montaigne þöyle sevimli bir anlatýyla deðinir: “Doðanýn insanlara en adilce daðýttýðý nimet akýldýr derler. Çünkü hiç kimse akýl payýndan þikâyetçi deðildir. Nasýl olsun? Aklýný beðenmemesi için aklýndan ötesini görmesi gerekir. Ýnsanýn kendini akýlsýz saymasý mantýkça da mümkün deðildir. Öyle bir sakatlýk ki bu, onu kendinde gören, kendinde görmüyor demektir. Öyle bir illet ki bu, devasý yoktur; ama hastanýn gözü kendine çevrilip de bu illeti gördü mü illet daðýlýverir; güneþin sisleri daðýtmasý gibi.” Nasiplilik biraz da bu anlatýyla ilgili olabilir.

Felsefe bu yüzden daha çok varlýðýn ne olduðu ile ilgilenmiþ, siyaseti de bu zeminde zenginleþtirmiþtir.

Spinoza bu alanda en çok akýl yürüten filozoflardan birisidir. Spinoza’ya göre insan “neden- sonuç” iliþkisinden asla kurtulamayacaðý için, özgürlük meselesini zor bir mesele olarak tanýmlar. Ona göre yaþam sadece zorunluluklarýn arenasýdýr. Sadece Tanrý özgür olabilir. Çünkü Tanrý’nýn kararlarýnýn ön nedenleri yoktur. Ýnsan ise neden-sonuç iliþkisine baðlý yaþar. Ýnsanýn baðlý olduðu nedenlerden birisi tutkudur. Dolayýsý ile sürekli maruz kaldýðýmýz tutkular bizi þu ya da bu yolla itip çaresiz kurbanlar haline getirir. Ýnsan sadece tutkularýnýn taþýyýcý olma pasifliðinden kendini kurtarýp eylemlerinin nedenini anlamaya baþladýðýnda özgürleþmeye baþlar.

Robinson Crusoe çocuk kitabý gibi okutulmuþtur. Oysa D.Defoe, büyüklere üzerinde önemle durulmasý gereken bir eser býrakmýþtýr. Bu eser ayný zamanda ondan beþ yüz sene evvel yazýlmýþ olan Ýbn-i Tufeyl’in kitabýndan sonraki ilk felsefi romandýr. Ve bir ölçüde ondan esinlenilmiþtir ama iki ayrý kitapta iki ayrý anlayýþ (batý-doðu) hüküm sürer. Ýkisinde de ada metaforu vardýr. Bugün bizler hem varoluþun hikaye ediliþini, hem batý ve doðu kültürlerinin farklý bakýþ açýlarýný bu eserlerden de sentezleyebiliriz. (Ancak bu farklýlýk mutlak ve olmasý gereken bir farklýlýk olarak alýnmamalýdýr.) Konu, yaratýlýþýn anlatýsý, sonra da insanýn hem içe doðru, hem de dýþsal olarak meþakkatli macerasýnýn anlatýsýdýr aslýnda.

Robinson Crusoe’a ev sahipliði yapan ada, doða anaya benzetilirken, Robinson'un kaza yapan gemiye çýkmasýný saðlayan ip göbek baðýna, gemi anne karnýna, onu adaya itekleyen su da hamile kadýnlarýn karnýndaki suya benzetilir. Aslýnda düþtükleri ada sembolik olarak dünyadýr. Bu adada her þeyi Robinson tek baþýna kuracaktýr. Evi o yapmýþtýr, hayvanlarý o ehlileþtirmiþtir, tarlayý o hazýrlamýþtýr. Cuma adaya diðer yamyamlarýn yemek için getirmiþ olduklarý birisidir. Robinson onu kurtarýrken tüfeði ile bir yerliyi de öldürmüþtür. Cuma þaþkýndýr. Diðerinin yanýna yanaþmadan bu beyaz adam herhangi birini öldürebilmektedir.

Bu buluþma ile hem var oluþ hem de köle-efendi iliþkisi anlatýlmak istenmiþtir. D.Defoe dýþsal gibi görünen bu köle-efendi iliþkisini mantýklý gerekçelere dayandýrýr ve insaný rahatsýz eden bir durum ortaya çýkarmaz.

Cuma ile Robinson arasýnda kültürel birikimlerin farklýlýðýndan kaynaklanan doðal bir efendi-köle iliþkisi baþlamýþtýr. Cuma’ya düþen, onun buyruklarý doðrultusunda çalýþmaktýr yalnýzca. Bir baþka bakýþ açýsýyla Cuma, Robinson’un dini ve kültürel donanýmýna maruz kalmýþtýr. Cuma için bir arkadaþ olmanýn ötesinde o ayný zamanda efendi için bir denektir. Efendi onu adayý deðiþtirdiði gibi deðiþtirecektir. Bu deneyin baþarýlý olmasýnýn ön þartý ise Cuma'nýn göstereceði sadakattir. Cuma bu sadakati gösterir ama ayný zamanda kölenin efendiye karþý duygusu da her durumda olumlu deðildir. Bir diyaloglarýnda Cuma Robinson’a “Sana hayvandan fazla olduðumu göstereceðim. Hayvan kendi hayatýný riske atamaz ama ben atacaðým” der. Kölenin bilinci kendini efendide var etmekle sýnýrlýdýr.

Sembolize edilene geldiðimizde; sömürgeciliði devamlý ve etkili kýlan þey sadece silah gücü olmamýþtýr. Batý, sömürgeleþtirdiði yerlere kendi entelektüel, kültürel birikimini kolaylýkla aktarabilmiþtir. Çünkü merkez (Fransa ve Ýngiltere’dir) bu entelektüel zenginliði çeperin elitleri ile paylaþmýþtýr. Örnek vermek gerekirse bu alanda Rus yayýlmacýlýðý ayný baþarýyý gösterememiþtir. Çünkü entelektüel fikirler ortaya koyamamýþlardýr. Ancak, bu maruz kalýnan kültür, küresel anlamda sadece negatif sayacaðýmýz bir kültür de deðildir.

Bu köle-efendi iliþkisini anlatan Robinson Crusoe romaný daha sonraki dönemlerde Hegel ve Nietzsche’yi de etkilemiþ, onlarýn köle-efendi iliþkisi üzerine tezler yazmasýna neden olmuþtur. Onlarýn köle-efendi iliþkisi, büyük oranda insanýn kendinden çýktýktan sonraki (insanlaþma) içsel süreci ile ilgilidir. Yani bir ölçüde cennetten atýlmasýndan sonraki süreci ile ilgilidir.

Marksistler yasak aðaçtan baþlayan bu köle-efendi iliþkisini Hegel’in anlatýsýndan biraz daha politik bir arenaya çekmiþlerdir. Dolayýsý ile Hegel varken Marx’a gerek yoktu sözü biraz da bundan kaynaklanýr. Özellikle Lenin’de bu anlatý daha politik uçlara kaydýrýlmýþtýr.

F.Engels, “Tarihte Zorun Rolü” adlý makalesinde Hegel ve Spinoza’dan önemli etkilenmelerde bulunmuþtur ama onlarýn özgürlüðe karþý ortaya koyduklarý zorunluluklar anlatýsýný olduðundan fazla politikleþtirince özgürlük meselesini büyük oranda dýþsallaþtýrarak anlamýný zayýflatmýþtýr. Oysa Marx’ýn öncülü olan Hegel, efendi-köle ahlakýný büyük oranda içsel bir diyalektik olarak algýlamýþtýr. Onda insanýn içindeki iki kiþi gibidir efendi-köle ahlaký. Yani aslýnda biri kendinin ötekisidir. Hegel, efendi-köle diyalektiðini insanýn insan olabilmesi için kendi bilincine varma ve kendi bilincini diðerlerinin de kabul edebileceði gibi nesnel hale getirme, bu yolla özgürleþme sürecinin görüntüsü olarak deðerlendiriyor. Dolayýsý ile insan maymundan gelse de onun insanlaþma süreci tam da dinin anlattýðý gibidir. Yani hayvan bilgiye maruz kalýnca kendinin içinden çýkarak dünyaya düþmüþ ve farklý bir cins haline gelmiþ, önemli bir yabancýlaþma yaþamýþtýr. Bu durumda din ile bilim o kadar da birbirinden kopuk deðildir.

Nietzsche “Batýnýn ahlaký 2500 yýldan (antik yunandan) beri sürdürdüðü köle ahlakýdýr” dediðinde, bu cümlesiyle þunlarý anlatmak istemektedir: Batýnýn ortaya çýkardýðý ahlak kölenin ahlaký gibi verilen görevleri layýkýyla yerine getiren ahlaktýr. Batýda herþey düzenlidir ve insanlar kýrmýzý ýþýkta mutlaka dururlar. Yapýlmasý neyi gerektiriyorsa onu kurallaþtýrarak pratiðe dökerler, yaþamý standartlaþtýrýrlar, verilen buyruklara mutlaka uyarlar ama bu onlarý kölelikten alýkoymaz, tersine aslýnda köleleþtiren de bir þey olur. Ýnsan bu durumda kendi doðasý ile daha büyük bir yabancýlaþma yaþar. Çünkü insan doðasýnda bu kadar düzenlilik yoktur. Sonra batýdaki insan, dýþ iliþkilerde inanýlmasý güç bir þekilde koþulluluða dönmekte ve dost-düþman iliþkisine gömülerek kendi içindeki düzenliliði (demokrasiyi ve meþruiyeti ve gündelik hayatý) dýþa (çepere) yansýtmamaktadýr. Burada onu engelleyen, alta çalýþmakta olan nedir? Yaratýlmaya çalýþýlan deðerler alanýnýn altýnda yatan doðadýr, doðanýn devasa gücüdür. Bunu söylediðimde batýnýn ortaya koyduðu devasa deðerler silsilesini reddedemeyiz. Bir tespit yapýyorum. Bu kadar düzenli bir kurallýlýk oturtmuþ olan batý istisnayla karþýlaþtýðýnda ötekileþtirmeye, daðýlmaya baþlýyor. Diðerinden ürküyor ve korkuyor.

Bunu son dönemin pratiðinde mültecilere takýnýlan tavýrda görebiliriz. Mülteci sorunu daha büyük oranda merkezin sorunu deðil midir? Afganistan sorununu Türkiye/Ürdün mü, yoksa ABD/SSCB mi yaratmýþtýr? Ama zengin merkez sadece küçük sayýdaki mülteci grubunu bile almakta zorlanýyor ve Akdeniz bir ölüm çukuruna dönüþüyor. Oysa Türkiye onlardan çok daha güçsüz haliyle 3,5 milyon mülteciyi, Ürdün 2 milyon mülteciyi kabul edebilmektedir. Ýþte bu seçim, ahlaki alanda sorunlu hale geliyor. Ve hemen J.Gray’in önemli sözü bizi etkiliyor: “Etik yaþam trajik seçimlerden arýndýrýlamaz.

J.Gray “batýnýn içeride kurduðu sözde barýþ dýþarýda hiç bitmeyen bir savaþ olarak tanýmlanabilir” diyor.

Biz kendimizi nasýl ki batýda (diðerinde) tanýyorsak ve kendini tanýmanýn tek yolu diðeri ise, batý da gerçeði görmek istiyorsa kendini bizde tanýmak zorundadýr. Bu bir ölçüde kendini de bilmektir.

 

Nihat ÜSTÜN

02.08.2018

 

 

Bu yazýyý Facebook'ta paylaþabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaþ
0
Yorumlar
Uyarý

Yorum yazabilmek için üye olmalý ve oturum açmalýsýnýz.

Eðer sitemize üye deðilseniz buraya týklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eðer üye iseniz oturum açmak için buraya týklayýn.