SİYASETTE HAKİKAT NEYE BENZER?

30 Mayıs 2018 14:49 / 1624 kez okundu!

 

 

Nasıl ki batıda muhafazakarlığın kökeni Hristiyan geleneğinden doğmuşsa Türkiye’de de muhafazakar bir parti dengenin bir tarafı olarak mutlaka İslamiyet geleneğinden gelmeliydi. Çünkü Türkiye’nin yegane geleneği odur.

 

*****

 

SİYASETTE HAKİKAT NEYE BENZER?

 

Felsefe öz itibariyle hakikate sahip olmak değil, hakikati aramaktır.

Kant şöyle demektedir: “Pencereden dışarı bakın, görebileceğiniz sadece fenomenler dünyasıdır. Çimenler, arabalar, gökyüzü, binalar, vesaire. Noumenal dünyayı değil, sadece fenomenler dünyasını görebilirsiniz; ancak, noumenal dünya tüm deneyimlerimizin arkasında gizlenmektedir. O daha derin bir seviyede var olandır. O halde, var olanın bazı yönleri daima kavrayışımızın ötesinde olacaktır.

Kant’a göre, yaşamımız boyunca hepimiz pembe gözlükler takarak hayata bakarız. Asıl sorun, taktığımız pembe gözlükleri unutup doğal halde olduğumuzu varsaymamızdır. Bu gözlükler hayatla ilgili filtrelerimizdir ve bu filtrelere göre anlarız ve yaşarız. Kant, insana böyle bakıyordu. Ona göre, filtre de insan zihniydi ve  gözlüklerimizi çıkarıp gerçekleri yalın görme imkanımız pek yoktur. Ancak, bu alanda yapabileceğimiz hiçbir şey yok da değildir. Eğer bizler gözlüklerimizin farkında olabilirsek, kendi zihnimize temkinli bakarak önemli bir adım atmış da olabiliriz.

Hakikat hayat içindeki soyut bir bulanıklıktır. O halde politikada hakikat arayışı neye benzer? Muhafazakar Leo Strauss, “Politika felsefesi, hem politik şeylerin doğasını hem de iyi bir politik düzeni hakiki olarak bilme girişimidir diyor. İyi bir politik düzeni “hakiki olarak bilmek” neye benzemektedir?

Politika, ortaya çıktığından bu yana özü değişmemiş çok az şeyden birisi olmuştur. Özellikle politika felsefesi eski çağlardan bu yana kavramlaştırılıp tartışılmaya başlandığında onun aranılan anlamı, “Her politik eylem, ya muhafaza etmeyi ya da değiştirmeyi kendine amaç edinir anlayışıyla kendine özgün karakteri olarak ortaya koyulmuştur. Modern zamanlarda batı, bu tecrübelere dayanan antik yunandan beri de üzerinde durulan bu açık anlayışı (denge siyasetini) doğru bir anlayış olarak kabul ederek politikasının özü haline getirebilmiştir. Bu durumda siyasetin merkezkaçtan kurtulup çok anlamsız bir yere savrulmaması için yapılması gereken şey muhafaza etme ve değiştirmeden ibaret olan siyaset dengesini oluşturabilmektir. Batı bu dengeyi oluşturabilmek için büyük yıkımlar yaşamıştır. Sonunda oluşturulan tahterevallinin bir ucunda toptan değişimden yana olan, aydınlanmanın pozitivizminden etkilenmiş devrimci partileri (İşçi Partisi, Sosyalist Parti, vs.) diğer yanda geleneklerden (Hristiyanlık) ortaya çıkan muhafazakar (Hristiyan Demokrat Parti gibi) partiler olmalıdır. Batı tam da bunu yaparak, daha olgun bir siyasi yapı ortaya koyarak aslında ayak izi bırakmıştır. Bu iki parti, iki farklı insan doğasını temsil eder.

Devrimci, değiştirmeci siyaseti genelde çoğumuz biliriz ama muhafazakarlık konusunda görüşlerimiz düzenli değildir. Terminoloji kullanmasa da muhafazakarlığın referans isimlerinden E.Burke ve ondan sonraki muhafazakarların derinden haberdar oldukları iki mesele vardır. Birincisi, niyette olmayan sonuçlardır ki, müphem ölçekte değişimin başlatılması halinde, eşyanın karmaşıklığı ve giriftliğinden dolayı, hemen hiç şaşmaz bir şekilde, başlatanın aklında olandan çok daha fazlası devreye girer ve sonuç beklentilerden çok farklı tezahür edebilir. Bu sebeple, muhafazakarlığın ana referanslarından biri olan E.Burke’ün ifadesiyle, çok takdiri şayan ve memnun edici başlangıçların çoğu zaman utanç verici ve üzücü sonuçları olur. İkinci mesele de insan aklının insan işlerindeki rolünde yatar. Burke, aydınlanmanın insan görüşüne fazla akılcı, hesap-kitapçı olduğu gerekçesiyle karşı çıkıyordu. Sahip olunan antirasyonalist anlayış, irrasyonalizm ile karıştırılmamalıdır. Burada savunulan, aklın terki değil, aklın denetim altında tutulmasıdır. Liberal dünya görüşü ise muhafazakarlık ile devrimcilik arasında bir orta yoldur. Ancak, muhafazakarlığa biraz daha yakın bir orta yoldur. Mesela D.Hume hem muhafazakarlığın hem de liberalizmin ortak referansıdır.

Bu dengeyi ortaya koymuş batıdaki genel politika felsefesinden Türkiye’ye geldiğimizde karşımıza çıkan manzara eskiden nasıldı? Şimdi nasıl olmaktadır?

Kurtuluş savaşının 5 önemli mimarı vardı. Bunlar, Mustafa Kemal, Kazım Karabekir, Refet Bele, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy ve İsmet İnönü’dür. Bu beş kurucu mimardan 4 tanesi muhafazakar/liberal çizgide olmuşken Mustafa Kemal devrimci çizgidedir. Yaşamı yüz yıldır zorlayan toptan değiştirmeciler, cumhuriyetin kuruluşuyla geleneksel siyaset alanından ana aktör olarak çıkmayı başarabilmişlerdir. Ancak, bu devrimci kesim halkın geleneksel hayatıyla (İslamiyet) pek fazla irtibatlı olmadığından batı gibi dengeli bir siyaset kurma bilincinde de olamamıştır. Dolayısıyla daha başlangıçta muhafazakarlığı (dengenin bir tarafını) reddetmişlerdir. Kimisi o günkü durumun koşulluluğu nedeniyle Türkiye Cumhuriyeti’nin böylesi bir dengeye müsait olmadığını anlatabilir. Ancak 1924’te kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası buna rağmen, batının öngördüğü gibi, bir yanda muhafazakar/liberal diğer yanda devrimci bir dengeyi siyasetin temeline oturtmaya çalışabilmiştir. Zaman içerisinde bu iki kesim birbirinden oldukça ayrıştı ve devrimci kesimin muhafazakar/liberal kesimi hainlik ve gericilikle suçlamasıyla ve yargılayıp partisini kapatmasıyla bu ayrışma sona erip teklik dönemi uzun bir aradan sonra yeniden başlatıldı. Oysa entelektüel alanda daha çok yer alıp kurtuluş savaşı sırasında cephe ile batı ülkeleri arasında bağlantıyı kuranlardan birisi Halide Edip Adıvar ve Dr. Adnan Adıvar’dı ve onlar da TCF’nin kurucularındandı ve gericilikle alakaları yoktu.

TCF’nin ilkeleri ile CHP’nin ilkelerini karşılaştırdığımızda bugünkü modern liberal yapıya TCF’nin çok daha yakın olduğunu söylememiz, ortaya çıkan deneyimlerden dolayı anakronizm diye adlandırılamaz ama kafamızdaki zorunluluk ve teklik bakış açısını bir miktar çeşitlendirebilir ve hiçbir siyasetin mutlaklaştırılamayacağını anlatabilir.

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın yazılı ilkeleri şöyleydi: Laik bir yönetimden yanayız. Kısmi bir ademi merkeziyetçilikten yanayız. Ayrıcalıklar sağlanarak, gümrük vergileri düşürülerek, yabancı sermayenin ülkeye çekilmesinden yanayız. Hakiki anlamda devletin güçler ayrılığından yanayız. Devrimci değişimdense evrimci bir değişimi savunuyoruz. Dış borçlanmayı kalkınma için zorunlu olarak gören bir liberal politikaya sahibiz. Devletin ekonomiye müdahalesini engellemeye ve devlet tekellerinin kaldırılmasına yönelik bir ekonomi politiği hedeflemekteyiz. Demokrasi ve özellikle bireysel hakları savunan bir partiyiz.

Bunları birçok kaynak kitapta görebiliriz. Buna karşın o günkü CHP’yi anlatan özgün meclis tutanaklarından ve genel anlayışından bahsetmeden geçemeyeceğim. TCF kapatıldığından dolayı “güçler ayrılığı” ilkesi 1924 anayasasının tartışılmaya başlandığı dönemde kendisine destek verecek liberal ve muhafazakar taraftarları artık bulamamıştı. Bu tek parti devrimci anlayışından dolayı genel eğilim çok farklıydı. Fakir ülkenin tek çıkışının devletçilikte görülmesi belki de bu siyasal düşüncenin hazırlayıcısı olmuştu. Oysa sonraları anlaşılmaktaydı ki liberal ekonomik yapılar kendi başlarına ülkeleri geliştirme kabiliyetindeydi. Bunun deneysel sonucu o dönemde liberalleşen ülkelerin devletçi ekonomilere göre çok daha fazla gelişmiş olmasıdır (İsveç, Danimarka, Norveç, Japonya, vs.).

1938 yılında CHP’nin önemli isimlerinden Yavuz Abadan, Halkevi’ndeki bir konuşmasında şöyle demekteydi: Demokrasi, kuvvetler birliği ve üstünlüğü, liberalizm ise kuvvetler ayrılığı prensibinden hareket eder. Kuvvet birliği esası, hâkimiyetin icrasında milleti en yüksek mevkie çıkararak bütün salahiyeti onun manevi şahsiyetinde toplar. Halbuki liberalizmin kuvvetleri ayırma prensibi, evvela devlet organları arasında bir salahiyet muvazenesi kurmak, sonra da fertler lehine devlet faaliyetini tahdit ve kontrol eden kaideler yekunundan ibaret bir engeli devlet cihazı önüne çıkarmak sureti ile hareket ve faaliyeti güçleştirir. Onun yerine rejimimizde halk, parti ve devletten ibaret üç uzuvlu bir ahenk teşkilatı kaim olmuştur.

Daha sonra Devletçilik ilkesinin anayasalaşması sürecinde yapılan tartışmalar, bu tepkiyi açıkça ortaya koymaktadır. İzmir mebusu Halil Menteşe, devletçiliğin anayasalaşmasını savunanlara şu soruyu soruyordu: “Liberal bir vatandaş propagandaya başlarsa, şekli devleti tebdil cürmüne tesaddi etmiş diye..onu polis yakalayıp da mahkemeye verecek midir?” Bu soruya Teşkilat-Esasiye Encümeni Reisi Şemsettin Günaltay şu cevabı veriyordu: “Bir liberal çıkıp liberalizmin esaslarını… Müdafaa edemeyecektir. Teşkilatı Esasiye Kanununa muhalif bir hareket nasıl bir cürüm ise (devletçiliğe) muhalefet aynı şekilde cürüm sayılacaktır.” Aynı soruya Recep Peker’in tepkisi daha serttir. Peker’e göre, “Devletçiliğin nakızı olan liberallik…lehine hiçbir faaliyet yapılamayacaktır….bugün liberalizm ya çökmüş, yahut da can çekişmektedir…Türkiye devletinin hayatı için liberalizm…çok zararlı bir unsurdur…” Zühtü Aslan’a göre, CHP, 1947 kurultayında ise kuvvetler ayrılığı prensibini açıkça reddetmekteydi. CHP programının 1. maddesi şöyle demekteydi: “Türk milletinin idare şekli kuvvetlerin birliği esasına dayanır. Kuvvetler birliği 1924 anayasasının ‘çoğunlukçu yönetim’ anlayışına da uyuşmaktadır.

Türkiye, 2. Dünya Savaşından sonra bile batının geleceğe giden dengeye dayanan siyasi ayak izini takip edememiştir. Askeri ve sivil bürokrasinin partisi CHP, siyasi dengeyi bir türlü kurdurmamış, hakiki anlamda muhafazakar bir partinin çıkmasını gericilik söylemi üzerinden engellemiştir. Kendisi de bu durumda hakiki bir sol devrimci parti niteliğine evrilememiştir. Salt engelleme siyaseti sürdürülebilir bir şey olmadığı için de güdük kalmaya kendini mahkum etmiştir. Ne DP ne de AP gerçek anlamda birer muhafazakar parti değillerdi. Bu partiler aslında tam anlamda halkın muhafazakarlık geleneğini de temsil etmiyorlardı. Sadece vesayete direnen halkın meşru desteğini almak için kurulmuş ya da kurdurulmuş partilerdi. Bu partiler özde yine çoğu kemalizm, biraz da muhafazakarlık karışımı partilerdi. Yöneticileri de esas olarak kemalistlerdi. Bayar, Demirel, Feyzioğlu, Cindoruk, İsmet Sezgin’e vs. bakınız. Bu kör topal gidişat, Özal’a kadar sürdürülen tekli vesayet siyaseti, aslında bürokrasinin halka güvenmemesinin görüntüsüydü. Vesayetin kırılması yönünde Özal ile küçük çapta bir deneme yapıldıysa da liberal ekonomiye geçiş anlamındaki başarı, siyaset alanında ortaya çıkarılamamıştı. Çünkü aydınlar arasında ve bürokraside egemen kemalist zihniyet siyaset alanını domine etmişti. Özal öldüğünde kemalist vesayet tekrar sözde muhafazakar olan Mesut Yılmaz, Demirel ve Tansu Çiller sayesinde eski haline getirildi. Askerin darbe korkutmaları yeniden başlatıldı.

AKP ile hakiki anlamda bir muhafazakarlık siyaset alanında etkin bir güç olarak ortaya çıkmıştır. Nasıl ki batıda muhafazakarlığın kökeni Hristiyan geleneğinden doğmuşsa Türkiye’de de muhafazakar bir parti dengenin bir tarafı olarak mutlaka İslamiyet geleneğinden gelmeliydi. Çünkü Türkiye’nin yegane geleneği odur. Nitekim olan da buydu. Bu yüzden geleneksel halk kamusal alanlarda daha fazla görünür olmuştur. Önemli olan bu muhafazakar kesimler ile modernin asli unsurlarını yaklaştırmak ve liberal ekonomi politikayı onunla birleştirme gayretidir ve bu gayret ilk defa AKP tarafından gösterilmiş ve siyasi denge sağlanabilmiştir.

Türkiye adına yapılmış bugüne kadarki en büyük reform, AKP’nin vesayeti kırması ve siyaseti bir dengeye oturtmasıdır. Bu, şu andaki sıcaklık içerisinde bütünüyle kavramımızın pek mümkün olmadığı, ancak, önemi sonra anlaşılabilecek bir siyasi olgudur. Bu anlamda, kurulmuş olan yeni siyasi yapıda, AKP dengenin bir yanını bihakkın oluşturmaktadır. Hem de tam batıdaki muhafazakar partilerin oluşmasına benzer bir pozisyondadır. Oysa CHP dengenin diğer ayağını oluşturmada sıkıntılıdır. CHP, Atatürk döneminde net bir devrimci partiydi. Yanlış da olsa net bir tutumla bütüncül bir değiştirmeye de yönelmişti. Ancak, ondan sonra, 1938-2018 arasında CHP hep “mış” gibi yapmış, solculuğu da becerememiş, siyaseti sürekli negatiften yapabilmiş, reformlara da tıkaç olmuş bir partidir.

AKP’nin yanlışlıkları vardır ama bunlar tali unsurlardır. Dolayısı ile tüm deneyimlerin arkasında gizlenen ana tablonun ortaya çıkardığı şey, kalıcı siyasi faydalardır. O da bugün için eskiye göre daha derin seviyede var olmaktadır. AKP bu siyasi dengeyi kurabilmiş olmasaydı 15 Temmuz askeri darbe girişimi de bastırılamazdı. Bu yüzden bizler AKP’nin gelecekte önemli bir etkisi olmayacak olan yüzeysel yanlışlıklarını affedebiliriz.

Özetlersek, politikada hakikat tahterevalliye benzer, diyebiliriz.


Nihat ÜSTÜN

 30.05.2018

 

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.