Issız…

20 Temmuz 2009 00:55 / 2461 kez okundu!

 


Günlerden Pazardı. Dışarıya çıkıp biraz yürüsem diye düşündü. Onu giydi, bunu çıkardı, yatağın üstüne yığıldı ihtimaller. Renkler karıştı, duygulara bulaştı, içi yoruldu. Sonunda üzerine beyaz, uzun, bol bir elbise geçirdi. Bu elbiseyi giymek, biraz da giyinmemek gibiydi.

Havaya girebilirse kitapçıya giderdi. Orada yansımasız, silik ve iliklerine kadar boş olmayı severdi. Ruhuna söz geçiremediği için hükmü ancak giysilere geçerdi. Ne hikmetse, dönüp dolaşıp aynı şeyleri seçerdi...

Nihayet attı kendini sokağa. Ortalık sakin sayılırdı. Tek tük geçiyordu arabalar. Otobüsler rehavet içinde, kamyonlar belli ki tatildeydi. Dolmuşların ümidi yoktu duraklardan. Basıp gidiyorlardı öylesine, herhalde evlerine. Taksiler pinekliyor, sürücüler durakların prefabrik kulübelerinde televizyon izliyorlardı. Yağmur olsa, tekini bulamazdınız bunların ama o gün sinek avlıyorlardı işte. Asli taksiciler, plaka sahipleri ya da nöbetçi şoförler, ortaklar, yevmiyeliler, resmi ve gayri resmi değnekçiler, otoparkçılar, hepsi aynı kaderi paylaşıyorlardı. İşsiz - güçsüz ve kesat bir Pazar gününü İzmir’de.

Karşı kaldırım gölgeydi. Işıklara baktı, seçemedi. Rengi solmuştu trafik lambalarının. Boş verdi kurallara, geçti öbür tarafa. Ne gelen vardı ne de geçen. Bir otobüs yaklaşacak olsa, gürültüsü bin volt kırmızı ışığa bedel olurdu nasılsa. Acayipti, güneş nasıl da çökmüştü günün üstüne. Renkler silinmiş, gölgeler ışınlanmıştı. Karanlıktan farkı kalmamıştı. Demek bugün kararmadan solmuştu dünya... Belki yarın da öyle olacaktı, öbür gün de, ta ki gökyüzü biraz bulut görünceye, rüzgar nemi dağıtıncaya dek...

Olabildiğince sessizdi yollar. Sessizlik gürültüden iyiydi ama zayıftı. Kent dışındaki gibi leziz ve ahenkli değildi. İçten içe o meşum uğultu sürüyor olmalıydı. Zaten arada bir yine patlıyordu motor sesleri. Aracın biri gürültüyle basıp geçiyor, yarıyordu sessizliği. İnsan tacize uğramış gibi irkiliyordu her defasında.

Gürültü yok gibiydi ama huzurla da alakası yoktu. Sessizlik başka, ıssızlık başka, sükûnet başka diye düşündü. O gün de öyleydi, bugün de. Öyle oluşu öznel, dönemsel veya ansal değil, vakıa sahici ve evrenseldi. O halde geniş zaman kipiyle söylenebilirdi;

Mesela, “Bazı insanları çıldırtır sessizlik” denilebilirdi. “Issızlık bizim türümüz için bir kâbustur” diye devam edilebilirdi. Ama sükûnet, o ne sese ne de sessizliğe bağlı olmayan, özel bir deneyim derlerdi. Doğada bolca rastlanan, ancak etten kemikten âdemoğluna uygun olmayan, bir ihtimal, insanüstü bir hale ait olabilirdi. Bu konuda bir masal veya belgesel de yapılabilirdi. Fazlası aklı yerinden oynatabilirdi. Nereden baktığınıza bağlı olarak, sükûnet halinin “Aşkın yahut ebleh! “ olduğu tartışılabilirdi.”

“Sükûnet, ıssızlık, zihnindeki geveze? Ses hayatsa, sessizlik ölüm müdür acaba? Müzik başkadır ama ölüm onu da dışarıda bırakır. Her ne ise, sessizlik kötü bilinir galiba. Çünkü kimsecikler istemez onu. Ne olacak şimdi? Çıkamadık bu işin içinden, bari koyalım bir Nokta.”

Nokta işe yaramadı. Konuyu kapatamadı. Köşe başındaki pastanenin önünden geçerken bu ıssızlık meselesi yeniden aklına düştü. O pastane ki, kentin en güzel limonatasını ve profiterolünü yapardı. Gelgelelim, kimsenin umurunda değildi buz gibi bardaklar, yoğun çikolatalar. Orası kendini yalnız hissedenlerin, kalabalıkları seyrettiği korunaklı bir loca ve tarifi en kolay buluşma yeriydi. Belki de “balıklama” dalmak ihtimalini saklardı hayata. Daima kalabalık olurdu. Çarçabuk bir şeylerin konuşulduğu, ne alacaksanız, ne verecekseniz takas ettiğiniz, bu arada ayıp olmasın diye bir şeyler yiyip içtiğiniz bir transit mekânıydı burası. Rengi ve kokusu yoktu, tüm şıklığına ve her fırsatta dekorasyon yenilemesine rağmen sanki bir kimliği de yoktu. Demek dekorasyon imaja yetmiyordu! Müzik, evet müzik de çalmazdı burada. Tabii, ne akıllı işletme, kime göre şarkı seçecek? Belli bir tarzı yoktu ki gelenlerin. Ya kaçarsa diğerleri?

Doğrusu, en fazla hayatın yorgun seyircileri otururdu burada. Lezzet aksesuar, yalnızlık ana menüydü ve bu ürün iyi satardı yıllardır. Bugün bile birkaç müşteri vardı masalarda. Dudağına fazlasıyla ruj sürmüş, yetmişlerinde, kır saçlı bir kadın; saçlarında yuvarlak bigudi izleri, üzerinde eski moda bir fisto bluz, modeli dar ama bedeni bol, kalçası pensli, kahverengi bir etek giymekteydi. Büzgülü rugan çantası da masanın üzerindeydi. Yazık ki ayakkabıları görünmüyordu. Beğen beğen al, dolgu topuklu haminnem kılıklı bir sandal, rastgele bir terlik, topuklu kapalı pabuç? Çorap giymiş olabilir miydi acaba? Kaçık yerleri dikişle tutturulmuş muslin çorap? Tipine uyardı ama kanıtlanamazdı. Tanık ve delil yoktu bu hususta.

Pastane yerinde sabit duruyordu. Dünya dönse de belli olmuyordu. Beyaz elbisenin içinde hayalet gibi yürüdükçe masalar aşılıyor, farklı sahneler izlenebiliyordu. Çocuğuyla oturan ne yapacağını bilemeyen beceriksiz bir baba, çarşı iznine çıkmış askerler ve kim bilir, kimin geçmesini bekleyen pür dikkat bir adam. Aradığını görürse, “Tesadüfen karşılaştık” yapacaktı belki de...

Aslında burada her gün vakit geçiren tatlı kaçık bir kadını da bilirdi. Yaşı seksenlerin ortalarına gelmiş olan bu şapkalı hanımefendi köşe başındaki pastanenin belki de en karizmatik müdavimiydi. Ancak o da yaşamaya değil, sandık sepet deşmeye, eski fotoğrafları karıştırmaya gelirdi. Gençliğinde sevgilisi olmuş bir beyefendi dul kaldıktan sonra yeniden buluşmaya başlamışlardı orada. Eski “Darling” her gün beklerdi onu aynı masada. Halleri yoktu konuşmaya ama hevesleri vardı kıkırdamaya. Biraz oynaşmadılar değil, ancak ne yazık ki uzun sürmedi bu macera, süremedi. Rezil olmaktan kurtuldular bari...

Ne etken ne edilgen, burası böyle garip bir yerdi velhasıl…

Günlerden Pazar, aylardan Temmuz, kentlerden İzmir, semtlerden Alsancak’tı... 

Nina Bencoya
20.07.2009

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
25 Temmuz 2009 17:07

deniz-kizi35

Harika !
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.