Ölümle çevrelenmiş kristal bir cennette yaşamak -
25 Haziran 2012 12:17
Ege’de akşam vakti. Güneş önce ufuk çizgisine inmeye hiç niyeti olmayan aklı bir karış havada bir kız çocuğu gibi gökyüzünde oyalanıyor. Sonra ilerleyen yaşına karşın hâlâ çekiciliğini ve enerjisini kaybetmediğini hissettirmek isteyen bir kadının nazlı edasıyla dans ederek denize doğru süzülüyor. Bitmek üzere olan günün ve başlamak üzere olan gecenin yaşlı ve genç sanki bütün erkekleri, bu gizemli kadına doğru ürkek ama arzulu bir hamle yapıyorlar. Bunca istek ortalığı kızıllaştırıyor. Bu kızıllığa kaç aşk şarkısıyla kaç özlem şiirinin girdiğini belki yalnızca kendisinden beklenmeyen bir hızla ufkun ötesine saklanıveren güneş biliyor. Kim bilir, belki o bile bilmiyor…
Doğa güzel, hayat güzel, sevmek güzel, yaşamak güzel…
Bir de “ama”larımız olmasa…
* * *
Konuklarımız ayrılıyorlar Türkiye’den. Çok memnunlar. Hem de üzgünler biraz, gitmek zorunda oldukları için. Durmadan tekrarladıkları bir şey var:
- Ülkeniz çok güzel; kıymetini bilin!..
Burada bulundukları iki ay boyunca görüp de hayran oldukları her bir beldeden sonra aynı “iğneli” şakayı yapıyorlardı:
- Sizin payınıza doğadan harikulade bir parça düşmüş. Bilmiyoruz, siz Türkler bunca güzelliği hak ettiniz mi!..
Gerçekten de, hak ettik mi? Ya da hakkını verebiliyor muyuz böylesine eşsiz bir ortamda yaşamanın? Fark edebiliyor muyuz, turistler kadar bunca güzelliği? İçimize sindirebiliyor muyuz?
* * *
Konuklarımızın bir gözlemi vardı:
- Sokaklarda ne kadar çok çatık kaşlı insan var! Bu yumuşak iklimde neden böylesine sertlik?..
Kaşlarımızın çatıklığında mı yalnız sertliğimiz? Herkesin birbirine karşı hoşgörüsüz olmaya alıştığı bir ülke değil mi burası?
Yoksa aile içi şiddet bu derece yaygınlaşabilir miydi? Kadınlara karşı işlenen suçlar bu kadar fazla olabilir miydi? Toplum, laiklik ve din konularında bu kadar derinden parçalanabilir miydi? Tek bir cümle için sanatçılarımıza linç kampanyaları düzenleyebilir miydik?
Farklı uluslardan, farklı inançlardan, farklı siyasal görüşlerden, farklı cinsel tercihlerden, farklı sosyal gruplardan, hatta farklı şehirlerden ve farklı spor takımlarından insanlara karşı böylesine ölümüne düşman olabilir miydik başka türlü?
Bu güzelim ülkeyi bir türlü gerçekten söndürmek istemediğimiz iç savaş ateşinde, 40 bini aşkın yurttaşımızın kanlarıyla sulayabilir miydik yaklaşık 30 yıl boyunca?
* * *
Sanki dört bir taraftan ölümle ve şiddetle çevrelenmiş kristal bir cennette yaşıyoruz. Sanki barış ve mutluluk için değil, savaş ve huzursuzluk için geliyoruz bu dünyaya!..
Ve kendi oylarımızla seçtiğimiz her bir iktidar, bu sevgisiz ve kısır hayatımızı yeniden ve yeniden üretmekle yükümlü hissediyor kendini.
Kendi içimizdeki hoşgörüsüzlük ve acımasızlık yetmiyor; bunu bir de etrafımıza saçmaya gayret ediyoruz. Ne “cihanda sulh” kalıyor, ne “komşularla sıfır sorun”; çevremizdeki devletlerle elimiz tetikte konuşuyoruz.
* * *
Ege’ye gece indi. Hava hâlâ sıcak sayılır. Ama rüzgâr serinletiyor biraz. Deniz, ışıl ışıl ve kıpır kıpır dalgalarla karşı sahillerin bilinemezliğine uzanıyor. Yukarıda dokunulacak kadar yakın yıldızlar.
Uyku tutmuyor bir türlü. Kulaklarımda sorular: “Bunca güzelliği hak ettik mi biz?”, “Bu yumuşak iklimde neden böylesine sertlik?”, “Farklı olana karşı neden hoşgörümüz yok?”, “İç savaşı ne zaman bitireceğiz?” ve “Bir de dışarıda savaşacak mıyız?”
Gökyüzü aydınlanmaya başlıyor. Belli ki yakında güneş gizlendiği karanlıktan sıyrılıp çıkacak ortaya.
Yeni bir gün! Acaba ne getirecek?
Bugün kaç aşk şarkısı söylenecek ve kaç özlem şiiri okunacak?
Bugün kaç insan şiddet görecek? Kaç kişi ölecek ve öldürülecek?
Hayatlarımızı yönlendiren yüksek şahsiyetler bugün ne kararlar alacaklar?
Ege Denizi lacivertten maviye dönüyor. Güneş, sanki dün akşam kızıl ufukta eriyip yok olan kendisi değilmiş ve her zaman buraların en büyük efendisiymiş gibi yavaş ve güçlü bir ilerleyişle tepemizdeki yerini alıyor.
Acaba benim sorularımın cevabını biliyor mu güneş? Belki bir tek o biliyor. Kim bilir, belki o bile bilmiyor…
T24
24.06.2012