Taner Akçam: 'Tarihimizi hep inkar üzerine, yok saymak üzerine kurduk'

22 Nisan 2011 00:42  

 

Taner Akçam: 'Tarihimizi hep inkar üzerine, yok saymak üzerine kurduk'

Eğer İngilizler Mustafa Kemal’in ve İstanbul hükümetinin yapmış olduğu öneriyi kabul etseydi, yani bugünkü Türkiye Cumhuriyeti sınırlarını aşağı yukarı o dönemin Osmanlı Devleti’nin sınırları olarak kabul etseydi ve bunun karşılığı olarak Türklerden Ermeni soykırımından dolayı suçlu olanların yargılamasını isteseydi biz bugün, Almanlar Naziler üzerine nasıl konuşuyorsa İttihatçılar üzerine öyle konuşuyor olacaktık.” “Sol gelenekten gelen insanların mahkemelerde yaptıkları savunmaları hepimiz hatırlıyoruzdur. ‘Biz ikinci kuvayi milliyeciyiz’ derlerdi. ‘Kurtuluş Savaşının kuvayi milliyecileri devrimi yeteri kadar yapamadılar, bizler onların bıraktığı yerden devam edeceğiz’ denirdi. Yani, Kuvay-ı Milliyecilik bizim sol kimliğimizin bir parçası sayılırdı. Oysa o kimliğin içerisinde ciddi bir biçimde bu suça bulaşmış olanlar var.” “Türkiye solu da 1915 üzerine konuşma tarzını kendisiyle yüzleşerek yapmak, kendi içindeki bu ittihatçı ekipten kalanların kimler olduğuna bakarak bir hesaplaşma yaşamak zorundadır. Tarihle yüzleşmek, siyasetimizin merkezine oturmak ve siyasetimizin merkezi olmak zorundadır...

Taner Akçam ve Arife Köse'nin Sesonline.net’teki röportajı...


NEDEN TANER AKÇAM?

‘Onları’ yok saymak, bu devleti var etmenin koşullarından birisi oldu. Sadece varlıklarını inkar etmekle kalmadık, sürerek, canlı canlı yakarak, denizde boğarak gerçekten yok ettik. Sonra yok ettiğimizi de yok saydık. Tarihimizi hep inkar üzerine, yok saymak üzerine kurduk. Ama hiçbir şey biz yok sayınca yok olmuyor tabii ki… Ermeniler var, bu topraklarda yaşadılar ve hala yaşamaya devam ediyorlar. ‘Açılım’ adı altında bugüne kadar inkar ettiklerimizi kabul eder gibi yaptık, sonra birden kendimize gelip Başbakanın ağzından onları sürmekle tehdit ettik. Hep birlikte yeniden 95 yıl öncesini, tehciri, sonuçlarını ve bugüne kadar gelen tartışmaları hatırladık. Artık cin şişeden çıktı. Artık konuşulmayanlar konuşulmaya başlandı. Ta ki bu sorun kökünden çözülünceye kadar da konuşmaya devam edeceğiz belli ki. Sorularımızı soracağız; İttihat ve Terakki Ermenilere bilerek soykırım uyguladı mı? Bu soykırımın belgeleri var mı? Mustafa Kemal Ermenileri öldürenlerin cezalandırılması konusunda ne düşünüyordu? Türkiye devleti 1915’de yaşanaları telafi etmek için ne yapmalıdır? Tarihle kim nasıl yüzleşecek? Bu soruları, Ermeni sorunu konusundaki çalışmalarıyla tanınan ABD'deki Clark Üniversitesi öğretim üyesi, Taner Akçam ile konuştuk.

* * *

» ARİFE KÖSE: Başbakan Erdoğan çok açık bir şekilde, Türkiye’de kaçak çalışan 100 bin Ermeni’yi sınır dışı edebileceğini söyledi. Siz Erdoğan’ın bu sözlerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Ermeniler yeni bir tehcirle mi karşı karşıya?

TANER AKÇAM: Ben Erdoğan’ın sözlerini ilk duyduğumda ‘Hah’ dedim, ‘şimdi Avrupa üyesi olmayı tam olarak hak ettik’. Bunu şaka değil, ciddi söylüyorum. Çünkü Avrupa, kendi bünyesindeki kaçak göçmen işçileri kovmak üzerinden siyaset yapan partilerle dolu. Ben 15 yıl Almanya’da yaşadığım için biliyorum, beni kovmak isteyen bol miktarda Alman milliyetçisi, muhafazakâr partisi, sağcısı vardı. Türkiye de benzeri kulvara girdi, bünyesinde kaçak avına çıkacak ve bulduğunu kovacak. Aslında “kaçak işçiler” modern toplumların bir problemidir. Gelişmiş endüstri ülkeleri daima işgücü çekerler. Ve insanlar, sınırlarına duvarlar da örseniz, etrafına büyük engeller de koysanız bu tür ülkelere girmenin yoluna bakarlar. Bu ülkeler, fakir insanlar için ekonomik imkân sağladığı müddetçe kaçak işçi çekerler ve kovmakla bu problemi çözemezsiniz. Kapıdan kovsa pencereden girerler. Çünkü bu normal olandır, çağımızın bir sorunudur. Burada iki ciddi sorun olduğunu görmek gerek. Birincisi, ‘kaçak işgücü’ sorununu böyle ‘asarım, keserim, kovarım’ ile çözmeye kalkarsanız, o toplumdaki iğrenç ırkçı ve milliyetçi eğilimleri körüklersiniz. İnsanları ‘kaçak işçi düşmanı’ olmaya ve oradan da bu işçiler hangi ulus gurubundansa onlardan nefret etmeye kanalize edersiniz. Erdoğan Almanya’daki Türk ve Müslüman düşmanlığının köklerinden habersiz görünüyor. İkincisi, Türkiye özelinde çok ciddi bir problem daha var. Türkiye Cumhuriyetinin seceresi kötü. Çok kötü, şaibeli, üzerinde konuşulmamış bir geçmiş üzerinden bunlar söyleniyor. Daha aylar önce Erdoğan, bu memleketten Hıristiyanların kovulmasının faşist bir zihniyetin ürünü olduğunu ilan etmişti. Şimdi bu zihniyeti bile kabul etmemiş bir ülke eğer ‘ben, bendeki Hıristiyanları, kaçak işçileri kovacağım diyorsa, bunun, herkesin aklına tehciri ve imhayı getirmesine şaşırmasın. Daha sonra toparlamaya çalıştı konuyu ama, toparlayabileceğini zannetmiyorum. Eline yüzüne bulaştıracak.

Ben Erdoğan’ın bu konuda ne söylediğini çok bilerek konuştuğunu zannetmiyorum. Ağzından kaçan Milliyetçi bir tepki diye yorumlamak taraftarıyım. Bizim Müslümanlarımız çok düşünmeden konuştukları zaman malesef çok milliyetçi oluyorlar. Erdoğan da öyle. Ne zaman önünde yazılı metin konursa ve o metne bağlı kalırsa demokrat olabiliyor. Bunun nedeni Türk İslamının ciddi bir milliyetçi damara sahip olmasıdır. Bu nedenle böyle arada bir mızrak çuvaldan çıkıyor. Bu da onlardan birisi oldu. Herhalde zamanla toparlamaya çalışacaktır. Çalışır mı, onu da bilemiyorum. Bende bıraktığı izlenim seçime oynadığı yönünde. Seçime oynadığı için de ‘milliyetçi söylemle gidersem daha çok oy alırım’ diye hesap ediyor. Onun için de Ermeni meselesinde Şükrü Elekdağ'ların, Veli Küçük'lerin 95 yıldır ezberlenmiş laflarını tekrar ediyor. Bunun, kendisine geri döneceğini, hem de kötü bir biçimde geri döneceğini tahmin ediyorum. Türk halkının artık bu 95 yıllık yalanlardan bıktığını, gerçekten kusma noktasına geldiğini, çıkıp delikanlı gibi dobra dobra ‘olmuş kardeşim böyle şeyler’ diyen bir insanı bağrına basacağını tahmin ediyorum.

» Her ne kadar Türkiye’de kaçak çalışan Ermenilere yönelik bir tehdit olsa da, Ermeni sorununun bu ülkenin hafızasında kapladığı yerden dolayı, sizin de belirttiğiniz gibi, herkesin aklına hemen tehcir ve 1915’de yaşananlar geldi. Çünkü o günlerde yaşananlara dair anlatılanlar bu ülkenin ve insanlarının oluşumunda önemli bir yere tekabül ediyor. Sizce Ermeni sorunu Türk ulusal kimliğinin oluşumunda nasıl bir yere oturuyor?

- Bunu aslında en özlü olarak Milli Savunma Bakanımız formüle etti geçenlerde Avrupa’da. ‘Eğer biz Hıristiyanları kovmasaydık bu Türk devletini kuramazdık’ dedi. Haklı. Benzeri sözleri İttihat ve Terakki hükümetlerinde Dışişleri Bakanlığı yapmış, Meclis başkanlığı yapmış Halil Menteşe de söyledi. Onun Malta’da yazdığı bir mektubunda ‘eğer memleketimizden Ermenileri ve Rumları sürmeseydik biz bu devleti kuramazdık’ babında sözleri vardır. Benzer sözler, çok daha açık bir biçimde 1920 yılında Ankara Büyük Millet Meclisi’nde Hasan Fehmi Bey tarafından söylendi. “Tehcir yapılmadan önce bize katil deneceğini biliyorduk” der ve sorar, “Neden kendimize katil denmesini göze aldık?” Cevabını da kendisi verir, “canımızdan çok sevdiğimiz vatanın selameti için bu işleri yapmak zorundaydık”. O sırada çok daha cesaretliler ve “ne var yani, yaptıksa yaptık” havasında konuşabiliyorlardı. İşin özeti şudur ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin var oluş temellerinden birisi de 1915 Ermeni soykırımıdır. Cumhuriyetimizin kurucu kadrolarının önemsiz olmayan bir kısmı ya doğrudan katliama katılmış, ya da katliamdan zengin olmuştur. Her ulus, kendisini kuran bir takım ulusal kahramanlardan oluşur. Bu kahramanlarla hesaplaşmak, bu kahramanların işledikleri cinayetler varsa bunlarla yüzleşmek zordur. Türkiye Cumhuriyetinin kurucu kadrolarına övgü, ulusal kimliğimizin ayrılmaz bir parçasıdır. Onları eleştirmek, suçlamak bir nevi kendimiz suçlamaya benzer ve bu çok zordur. Ancak ve ancak demokratik kültürü içselleştirmiş toplumlar yapabilirler bu yüzleşmeyi.

Türkiye’nin bu zorluğu, onun solunun da zorluğudur aynı zamanda. Biliyorsunuz, bizim sol geleneğimiz de, büyük ölçüde kurtuluş savaşına yedi düvele karşı verilmiş anti-emperyalist bir savaş olarak bakar. Onun için de kurtuluş savaşını yürüten kadroların bizim için ayrı özel ve önemli bir yeri vardır. Sol gelenekten gelen insanların mahkemelerde yaptıkları savunmaları hatırlıyorum. ‘Biz ikinci kuvayi milliyeciyiz’ diyorlardı. “Kurtuluş Savaşının kuvayi milliyecileri devrimleri yeteri kadar yapamadılar, biz devrimlere onların bıraktığı yerden devam edeceğiz” diyorlardı. Biliyorsunuz, 1968 kuşağı kendisini Kuvay-ı Milliye ile tanımlamıştır. Yani, Kuvay-ı Milliyecilik, bizim sol kimliğimizin de bir parçasıdır olmuştur. Oysa o grubun içerisinde ciddi bir biçimde bu suça bulaşmış olanlar var. Şimdi burada eklemek isterim, ben tüm bir kuşağı, arzusu yabancı boyunduruğundan bağımsız yaşamak olan insanları suçlamak anlamında söylemiyorum bunları. Ama Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucu kadroları içerisinde ciddi biçimde 1915 soykırımına katılmış, ondan zengin olmuş insanlar vardır ve konuşma zorluğumuz buradan kaynaklanıyor.

» Bir yazınızda, 1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı’nın yenilmesinin ardından iki soruyla karşı karşıya kalındığını, bunlardan birincisinin Osmanlı devletinin toprak ve egemenlik hakkının ne olacağı sorusu, diğerinin ise İttihat ve Terakkinin kendi vatandaşlarına karşı işlediği cinayetler sorunu olduğunu ve bu ikinci sorunun unutturulduğunu söylüyorsunuz. Bu konuyu biraz açabilir misiniz lütfen?

- 1918 ile birlikte Osmanlı savaştan yenik çıktıktan sonra Paris’te barış görüşmeleri başladı. Bu görüşmelerde, Osmanlılarla ilgili iki merkezi soru vardı. Birinci soru, Osmanlı devletinin toprak bütünlüğü korunacak mıydı? Bu konuda iki farklı görüş vardı: Birincisi, Türk milliyetçi hareketi ve hatta İstanbul hükümetince de savunulan görüştü. Buna göre, Osmanlı’dan kalan, henüz işgal edilmemiş topraklara dokunulmamalıydı. 1918 Mondros Ateşkes Anlaşması ile birlikte sınırlar nerede çizilmişse, bu sınırlar Osmanlı devletinin, O zaman Türkiye Cumhuriyeti devleti diye bir fikir yoktu, yeni sınırları olarak tanınmalıydı. Daha sonra bizim Misak-ı Milli diye savunduğumuz politika idi ve bu konuda İstanbul hükümeti ile Ankara hükümeti arasında çok büyük farklılıklar yoktu. İkinci görüş ise, kazanan galip devletlerin görüşü idi. Onlar Anadolu’yu hem kendi aralarında, hem de diğer ulus grupları arasında paylaştırmak istiyorlardı. Rumlar, Kürtler ve Ermeniler hepsi Anadolu toprakları üzerinde kendi devletlerini kurmak istiyordu. Yani, birinci soru şuydu: Osmanlı’dan kalan topraklar paylaşılsın mı; eğer paylaşılacaksa kim nereyi alsın? İkinci soru, savaş sırasında işlenen suçların ne olacağı idi? Bir sürü cinayet işlenmişti. İngiltere ve Fransa Amerika’yı savaşa sokmak için Osmanlıların işledikleri bu cinayetleri kullanmışlar ve Osmanlı yöneticilerini cezalandıracaklarını tüm dünyaya ilan etmişlerdi. Toynbee’nin Mavi Kitap’ı, Morgenthau’nun anıları, tüm bunlar o dönemde Amerika’yı savaşa sokmak için de yayınlanmışlardı. Tüm bir savaş boyunca, Osmanlı’nın kendi tebasına karşı işlediği cinayetleri durdurmak, barbar Türklerin cinayetlerine engel olmak motifi çok sık kullanılmıştı. Beyrut’ta ve Şam’da Araplar asılmış, Ermeniler, Süryaniler öldürülmüş, Rumlar sürülmüş, öldürülmüş vb. vb.. Paris’deki soru şuydu: İşlenen bu suçlar nedeniyle Osmanlı nasıl cezalandırılmalıdır? Bu suçları işleyenlere ne yapılacak? Bu konuda da değişik fikirler vardı.

» Nedir bu fikirler?

- Ankara’daki milliyetçi hükümetin fikri şuydu: ‘bu cinayetler işlenmiştir, cinayetleri işleyenler yargılansın fakat bunlar üç beş kişidir, ittihatçıdır; bunun dışında tüm bir Türk milletinin cezalandırılması kabul edilemez’. Buna karşı İngilizler başta olmak üzere galip devletler cezalandırma sadece üç dört ittihatçı ile sınırlı tutulamaz diyorlardı. Daha geniş bir kesimin yargılanmasını istiyorlardı. Bireysel cezalandırmadan daha önemli olarak, ayrıca, Türklerin ulus olarak cezalandırılmasını da istiyorlardı. Bu ulus olarak cezalandırma da, Anadolu’nun kalan topraklarını diğer uluslarla paylaşmak biçiminde olmalıydı. İşin püf noktası da burası zaten. 1919 Nisan ayında, İstanbul Yüksek Komiseri Webb denen bir zat, Paris Barış görüşmelerine yazdığı mektupta bu durumu açıkça dile getirdi. “Türklerin iki türlü cezalandırılmasını uygun buluyorum” dedi. Birincisi, bireysel olarak bu suçu işlemiş olanların yargılanarak Türklere bir ders verilmesidir. İkincisi de, Türkleri bir daha bu cinayetleri işleyemeyecek derecede küçük bir devlet haline sokalım’. Yani, Anadolu topraklarının parçalanması, emperyalist bir politikanın gereği değil, insanlık suçu işlemiş Türklerin cezalandırılmasının bir biçimi olarak gündeme getirildi ve uygulandı. O zaman Ankara’da Mustafa Kemal de, İstanbul hükümeti de diyorlardı ki; ‘gelin suçluları cezalandıralım, fakat bunu Anadolu’nun parçalanması biçiminde yapmayalım...’ Altını çizmek gerek. O dönemde herkes cinayetlerin işlendiğini kabul ediyor; herkes suç işlemiş olanların cezalandırılmasını savunuyor. Fakat Ankara ve İstanbul cezalandırılmanın Anadolu’nun parçalanması biçiminde olmasına karşı çıkıyorlar. Ankara, bir taraftan cezalandırmayı savunurken, bir taraftan da Misak-ı Milliyi korumak için savaşıyor.

Ve İstanbul’da bu sırada çok önemli bir şey oldu. Osmanlı Hükümeti tarafından, Ermenilerin öldürülmesi suçunu işlemiş İttihatçıları yargılamak amacıyla kurulmuş mahkemeler, Misak-ı Milliyi savunan milliyetçi hareketin önderlerini de yargılamaya başladı. Mustafa Kemal ve arkadaşları gıyaplarında idam cezasına çarptırıldılar.

Dolayısıyla 1920’de iki olay iç içe geçti. Ulusal bağımsızlık isteyen ve kalan topraklar üzerinde Osmanlı egemenliğini sürdürmek isteyenler ile Ermenileri öldürmekten suçlananlar aynı mahkemece yargılanmaya başladı. Ermenileri öldüren katilleri yargılayan mahkeme, bağımsızlık mücadelesi veren ulusal hareketin liderlerini de yargıladı. İşte bence ipler burada koptu. O ana kadar Ankara, 1915 suçlularının yargılanmasını, Misak-ı Milli için gerekli ve ödenmesi gereken fiyat olarak bakıyordu ve destekliyordu. Ama ne zamanki, bireysel cezalandırmalara rağmen Misak-ı Milli’nin korunamayacağını hatta kendilerinin bile yargılanmakta olduğunu gördüler, Ankara tutum değiştirdi. Yani 1915’i hatırlamak, suçluların cezalandırılmasını istemek, “vatanın ve milletin parçalanması” olarak kavranmaya başlandı. Şöyle tuhaf bir mantık oluştu: Eğer 1915 soykırımdır, derseniz, suçlular cezalandırılmalıdır derseniz, aynı zamanda 'Anadolu parçalansın' diyorsunuzdur. Çünkü tarihte öyle olmuştu. Bu nedenle Arat Dink ve Sarkis abi yargılandığı zaman mahkeme, ‘soykırım kelimesini kullanmak Türkiye Cumhuriyeti devletinin parçalanmasını gündeme getirmektir’, diye karar aldı. Özetle, bizler 1920’lerde katillerin olduğunu, Ermenilere karşı bu tür cinayetlerin işlendiğini açık olarak kabul ediyorduk, fakat ne zaman ki İngiltere katillerin cezalandırılmasını Anadolu’nun parçalanması olarak gündeme getirdi, o zaman Anadolu hareketi bu konudaki fikrini değiştirdi. Biz de o tarihten sonra, katillerin yargılanmasını savunduğumuz unuttuk. Onun için benim merkezi tezim şudur, şunu derim hep; eğer İngilizler Mustafa Kemal’in ve İstanbul hükümetinin yapmış olduğu öneriyi kabul etseydi, yani bugünkü Türkiye Cumhuriyeti sınırlarını aşağı yukarı o dönemin Osmanlı Devleti’nin sınırları olarak kabul etseydi ve buna karşılık, Türklerden Ermeni soykırımında suçlu olanları yargılamasını isteseydi, biz İttihatçılar üzerine bugün, Almanların Naziler üzerine konuştuğu gibi konuşuyor olacaktık.

O dönemde, Ermenilere yapılan cinayetlerin nasıl kınandığına ilişkin bir iki örnek vermek isterim. Atatürk 1918’de İstanbul’da Mimber gazetesini çıkartır. Gazetenin editörlerinden birisidir. Mimber gazetesinde Fethi Okyar ile birlikte ‘Bir milleti imha edemezsiniz beyefendiler’ diyerek Ermenilerin imha edilmesine karşı çıkar, İttihatçıları suçlar. Ve Ermenilerden ‘Hıristiyan Türkler’ diye söz eder. 1919 Ekim ayında Amasya’da İstanbul hükümeti ile Ankara hükümeti beş tane protokol imzalarlar. Birinci protokolde ‘1915 tehcir ve taktilinden dolayı suçlu olanların yargılanması siyaseten elzemdir’, diye karar alınır. Daha sonra Mustafa Kemal, seçimden sonra oluşturulan İstanbul meclisinde kendi grubunun programını yazar, ve ‘suç işleyenlerin cezalandırılması sadece kağıt üzerinde kalmamalıdır’, ‘ibret-i âleme ders olacak biçimde gerçek bir cezalandırma yapılmalıdır’ der. 1920 Ankara Meclisinin açılışında yaptığı konuşmada, 1915 katliamlarından “utanılacak eylem” olarak söz eder... Yani, 1918’den 1921’lere kadar Ermenilerin kitlesel olarak imha edildiği ve bu kitlesel imhadan ittihatçıların sorumlu olduğu ve bu ittihatçıların da yargılanmaları gerektiği konusunda tam bir fikir birliği vardı. Açık olarak konuşuluyordu. Ne zaman ki ittihatçıları cezalandırmak yerine, bireyleri cezalandırmak yerine, cezalandırmayı bir devletin parçalanması biçiminde uygulamak istediler, biz bu meseleyi unuttuk.

» 1915’de yaşananların tartışıldığında ilk öne sürülen iddiaların başında Ermenilerin yaptıkları geliyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

- Evet, Türkiye’de 1915’de ne oldu diye tartışıldığı anda hemen efendim Ermeniler de şunu yapmıştı bunu yapmıştı, denir ve Ermenilerin neler yaptığı tartışılır. Bu, gereksiz ve anlamsız bir tartışmadır. Ermenilerin ne yaptığı, onlara yapılanın soykırım olup olmadığına ilişkin bir tartışma açısından hiç önemli değildir. Dolayısıyla 1915’de Ermenilere yapılanın nasıl tanımlanacağı konusunda tartışmak isteyen herkes, ilk önce Ermenilerin neler yapmış olduğu tartışmasını bir kenara koymak zorundadır. Böyle saçma bir tartışma olamaz. Niçin, anlatayım. Ortada bir ölü var. Ölünün başında da birisi duruyor. Soru şu; 'yerdeki bu adam öldürüldü mü' ve 'yanında duran mı öldürdü?' Bu soruya cevap verirken ya 'öldürdü' dersiniz ya da 'öldürmedi' dersiniz. Şimdi bu soruya cevap verirken yerde yatan ölü adamın ölmeden önce neler yaptığını anlatmaya başlarsanız abesle iştigal edersiniz. Çünkü soru yerde ölü yatan adamın öldürülmeden önce ne yaptığı değildir. Soru, yerde yatan adamın, öldürülüp öldürülmediğidir. Eğer siz bu adamın öldürülmeden önce ne yaptığını tartışıyorsanız ancak şunu söylüyor olabilirsiniz; ‘efendim, öldürülmesinin nedeni buydu’. Yani dolayısıyla 95 yıldır yaptığımız Ermeniler şunu yaptı bunu yaptı tartışmasının soykırım açısından bir tek anlamı vardır, o da “biz Ermenilere soykırımı niye yaptığımızı anlatıyoruz”dur. Soykırım sorusunun cevabı İttihat ve Terakki Partisi’nin Ermenileri öldürüp öldürmediği sorusudur. Ermeniler ne yapmış olursa olsun, nedeni ne olursa olsun, İttihatçılar öldürdü mü öldürmedi mi? Siz, Ermenilerin yaptıklarını anlatırsanız ancak cinayetin “niye” işlenmiş olduğunu anlatmış olursunuz. Bunlar belki “hafifletici unsur” olabilir ama o kadar. Yani dolayısıyla cevap verilmesi gereken soru şudur: İttihat ve Terakki Partisi şu veya bu nedenleri bahane olarak göstererek 800 bin Ermeni'yi toptan imha edecek bir siyaseti uyguladı mı uygulamadı mı?

» Bu soruya sizin cevabınız nedir? Örneğin, Ermenilerin İttihatçılar tarafından bilinçli şekilde öldürülmediği, göç sırasında yolda açlıktan, susuzluktan, olumsuz koşullardan dolayı öldükleri, bu nedenle, bu olaya ‘soykırım’ denemeyeceği söyleniyor.

- Bu konuda birinci görüş der ki ‘uyguladı’ ve bilinen ve normal görüş odur, diğer görüş der ki ‘uygulamadı’. Şimdi ‘uygulamadı’ diyen görüşü ele alalım. Bu görüşe göre, ‘İttihat ve Terakki Partisi Ermenilerin imhasını hedefleyen bir siyaset uygulamamıştır’. Peki. Kaç ölü var? Rakamlar üzerinde aşağı yukarı herkes hemfikir aslında. Palavracıları bir kenara bırakırsak 1919 resmi Osmanlı rakamlarına göre 800 bin Ermeni imha edilmiştir. Dile kolay, 800 bin Ermeni imha edilmiş ve bir devletin bu kadar insanın imhasından sorumlu olduğu açık ve biz bu kadar korkunç bir rakamı, “olur böyle şeyler, savaş sırasında imkansızlıktan oldu, istemiyorduk aslında”, diye açıklayacağız... Gülerler adama... öyle de oluyor zaten.

Şu cevaba biraz daha yakından bakalım; diyelim ki 800 bin kişi “açlıktan, elverişsiz koşullardan, elde olmayan nedenlerden” vs öldü. İyi ama aynı yıllarda, 1916, 1917, 1918 yıllarında Osmanlı hükümeti 1, 1,5 milyondan fazla Müslüman göçmeni hiçbir sorun olmadan yerleştirdi. Peki, 1,5 milyon Müslümanı hiçbir sorun olmadan yerleştiren bir hükümet, 1 milyona yakın Ermeni’nin imhasını nasıl engelleyemez? Bir de bu ölümler birden olmuyor ki... 2 yıllık bir zaman dilimi boyunca, hafta hafta, ay ay oluyor. Ölümleri biliyordun, peki niye durdurmadın sürgünleri”, diye sorarlar adama. Valilerden, kaymakamlardan gelen telgraflar var, “efendim güvenlik yok süremem”, diye... Emir veriyorsun, “ne olursa olsun sür”, diye. Yani ölümleri göze alıyorsun. “Savaştı, zorunluydum” mu diyeceksin, olur, böyle diyene de katil diyorlar zaten. Mesele bu kadar basit. Yani, eyleminizin sonuçlarının ölüm olduğunu biliyor ve ama buna rağmen eylemenize devam ediyorsanız, suçu bilerek işliyorsunuz demektir. Soykırım buna diyorlar zaten...

Önemli bir nokta daha var: Anadolu’nun her bir sathından Ermeni sürülmüştür. Ankara’dan, Bursa’dan, Kütahya’dan, Bolu’dan, Amasya’dan, Tokat’tan, Samsun’dan, Edirne’den, Tekirdağ’dan. Bu vilayetler önemli. Bakınız bu vilayetlerden Ermenileri kaldırıyorsunuz ve nereye sürüyorsunuz? Suriye ve Irak çöllerine. Resmi Osmanlı belgelerine göre Suriye ve Irak zaten savaş bölgesi olarak ilan edilmiştir. Bizim resmi bir yalanımız var biliyorsunuz. “Ermeniler, bizi arkadan vuracaklardı; vuruyorlardı; bu nedenle savaş bölgelerinden, bize karşı savaşmasınlar diye kaldırılıp daha güvenlikli yerlere gönderildi”, denir. Şimdi tekrar ediyorum vilayetleri; Bolu, Kastamonu, Ankara, Muğla, İzmir, Afyon Kütahya, Anadolu’nun içinden, en güvenlikli, hiç bir olayın olmadığı vilayetlerden Ermenileri kaldırıyorsunuz ve İngilizlerle savaşın yürüdüğü, doğrudan savaş bölgesine gönderiyorsunuz. Ortada bir tuhaflık yok mu?

Bir başka nokta daha; “açlıktan öldüler, hükümetin istemediği nedenlerle oldu”, vs. deniyor. Ama o sırada ABD’nin, Almanya’nın her türlü yardım önerisi red ediliyor. Resmen başvuruyor bu devletler; istediğiniz yiyecek, çadır vb. yardımını yapalım diyorlar, hayır deniyor. Ermenilere yardım etmek isteyen yabancı ülke mensupları öldürülmekle tehdit ediliyorlar. Yardım götüren Türkler veya bazı Ermeniler tutuklanıyor. Yani, her türlü yardım yasak... Çöllerde ölüme terkediliyorlar. Ermenilerin geride bıraktıkları malları, mülkerine el konuyor, karşılığında tek bir kuruş bile ödenmiyor Ermenilere... Sadece bu basit gerçekler bile, İttihatçıların imha amacına sahip olduklarını göstermeye yeter.

» Soykırım olup olmadığını ispat için en önemli noktanın kasıt olduğunu biliyoruz. ittihatçıların Ermenileri kasten öldürme niyetine sahip olduklarını göstermeniz ve kanıtlamanız gerekmez mi? Ermenilere yapılanın soykırım olduğunu gösteren bir belge var mı?

- Oldukça fazla belge var ortada ve bunların büyük bir kısmı yayınlandı da... Kasıt konusu önemli. Kasıt nasıl ispat edilir? Daha çok iki türlü kaynak kullanılır uluslar arası hukukta. Birincisi, “bu grubun imha edilmesine karar verilmiştir”, türünden emirlerin, yazılı belgelerin olması gerekir. Cinayeti işleyenler enayi değil. Bırakmıyorlar böyle emirler geride. Hitler’in bile böyle bir emri yok. ‘Yahudileri toptan imha edin’ diye yazılı bir emir vermedi. İkincisi, “hate speech” denilen, kurban grupla ilgili yapılmış düşmanlık ve nefret taşıyan konuşmalar. Yani, Ermenilerin veya Yahudilerin başınıza bela olduğu, ortadan kaldırılmaları gerektiği, imha edilmeleri gerektiğine ilişkin yazılar ve konuşmaları varsa bunlar da kanıt olarak kullanılabilir. Hitler’in meşhur 1939 parti kongresinde yaptığı konuşma bir örnektir. Bu tür belgeleri her zaman bulmak mümkün değildir. O zaman uluslararası hukuk ciddi bir sorunla karşılaşıyor. Kastı nasıl ispat edeceğiz?

1985 yılında Birleşmiş Milletler'de konuyla ilgili çalışan bir alt komisyon, Whitaker Raporu denen bir raporu kabul etti. Bu raporda, kastın ispatı konusunda bir yenilik gündeme geldi. 19. yüzyıl İngiliz Ceza Hukuku’nun önemli bir kuralınının genişletilmesinden ibarettir yenilik aslında. Buna, “bilinçli ihmalkarlık” deniyor. Yani, doğrudan imha kastınız olmasa bile, eyleminizin sonucunda imha olduğunu görüyor ama önlem almıyorsanız, “bilinçli ihmalkarlık” yapıyor sayılıyorsunuz ve bu da imha kastının oluşması için yeterli sayılıyor. Ruanda ve Yugoslavya Ceza Hukuku mahkemelerinde bu hukuk kuralına uygun olarak soykırım cezaları verildi. Tekrar edersem: Eğer doğrudan kastı gösteren bir belge bulunamıyorsa ve hatta egemen grubun imhaya ilişkin bir kastı yoksa bile, eğer eylemi sonucu insanlar ölüyor, bu insanların öldüğü biliniyorsa ve bu ölümleri durdurma yönünde herhangi bir girişimde bulunulmuyorsa kasıt gerçekleşmiş sayılır.

Bizimkiler 1915 yılı Nisan sonu Mayıs başı ile birlikte Ermenileri sürmeye başladılar. 1915 Mayıs’ından 1916 sonuna kadar Anadolu’dan yüzlerce ve binlerce Ermeni’nin öldürülmekte olduğuna dair haber kendilerine geliyordu ve bunu engellemek için hiçbir tedbir almadılar. Bu bile soykırımı gerçekleştirmeye niyetli olduklarının kanıtı olarak göstermeye yeter. Burada bir şey daha ekleyebilirim. Osmanlı arşivinde hiçbir biçimde bölgelerden merkeze gelmiş belgeler yoktur. Tekrar edeyim, her hangi bir validen, kaymakamdan, Ermenilerin sürülmeleri ile ilgili İstanbul’a çekilmiş telgraflar, belgeler yok arşivde. Niçin bu iki yıl boyunca Anadolu’dan İstanbul’a gelen hiçbir belge bize bildirilmiyor, çünkü muhtemel bu ölüm haberleri bildiriliyordu. İki tane somut örnek verebilirim. Bir tane belge var yayınlanmış 1915 Temmuz’unda. Almanların zoruyla Talat Paşa Diyarbakır Valisi Reşit’e yollar telgrafı. Telgrafta der ki Talat, ‘duyduğumuza göre, insanları Diyarbakır’ın içinde öldürüyormuşsunuz, hem de hiç ayırım yapmadan tüm Hıristiyanları öldürüyormuşsunuz. Oysa biz bu ‘inzibati tedbirleri’ sadece Ermeniler için aldık. Bunu bütün Hıristiyanları kapsayacak şekilde uygulamanız yanlış. Bana durum hakkında bilgi verin’ diyor. Şimdi, orada cinayet olduğu belli. Ben bunu Türkiye’de katliamın önemli bir belgesi ve hükümetçe bilindiğini gösteren bir belge olarak kullandığım zaman Halacoğlu ve ekibi, ‘efendim bakın işte gördüğünüz gibi, Talat cinayetleri durdurun diyor’ dediler. Birincisi, Talat belgede cinayetleri ‘durdurun’ demiyor, ‘durumu bildirin’ diyor. İkincisi, İki bin insan Vali tarafından öldürülmüşse ne yaparsınız? Soruşturma açarsınız öyle değil mi? Ortada açılmış bir soruşturma yok. Bitmedi. Son kitabımda yayınladım, Diyarbakır polis ve jandarmasına Ermenileri sürmekte gösterdikleri başarılı eylemlerden dolayı üstün hizmet madalyaları veriliyor ve maaşları artırılıyor. Yukarda adı geçen, şehir içindeki öldürmelerden sonra yapılıyor bu iş.

Aynı şey Boğazlıyan kaymakamı Kemal için geçerli. Boğazlayan Mevkii kumandanı Mustafa Bey, İstanbul’a, Kaymakam Kemal’in, 3610 insanın ölümünden sorumlu olduğuna dair bir telgraf çekiyor. Sonuçta ne olur? Boğazlıyan kaymakamı terfi ettiriliyor. Yani dolayısıyla ittihatçıların bilinçli bir politika izlediği bellidir.

Bu basit örneklerin dışında, kitaplarımda ayrıntılarıyla yayınladığım onlarca belge vardır. Bunların çoğu İstanbul’daki yargılamalarda açığa çıkmıştır. Örneğin Bahattin Şakir’in bir telgrafı vardır, ‘sizin oradakileri imha ettiniz mi, yoksa imha edilmek üzere sürdünüz mü? Bize acele bildirin’ der mesela. İstanbul’daki İttihat ve Terakki yargılamaları sırasında, bunun gibi doğrudan imhaya ilişkin onlarca belge gün ışığına çıkarıldı. Örneğin Kayseri askerlik komutanın’dan çekilen bir telgrafta, ‘tehcir, imha manasındadır’ ifadesini açıkça kullandı. Boğazlıyan Kaymakamı Kemal, ifadesinde kendisine Ermenilerin imha edilmesine ilişkin ölüm emri geldiğini aktarır. Ankara Valisi Mazhar, Yozgat Mutasarrıfı Cemal, mahkemelere verdikleri yazılı, sözlü ifadelerde İttihat ve Terakki Parti sekreterlerinin kendilerine gizli imha emri getirdiklerini söylediler. Yine 1918 Kasım ayında Meclis-i Mebusan’daki görüşmelerde, hükümet üyesi olan Reşit Akif Paşa konuşmasında; “hükümette çok az görev aldım. O sırada Dâhiliye Nezareti evrakı arasında gördüm. Tehcir emrine paralel olarak bölgelere imha emri de yollamış.” Dolayısıyla bölgelere imha emri yollandığına dair de elimizde yeteri kadar kanıt var.

» Peki bu soykırım nasıl gerçekleşiyor, nasıl öldürülüyor Ermeniler?

- Ermeniler dört ayrı metod kullanılarak imha edilmişlerdir. Birincisi, Karadeniz bölgesinde, Trabzon ve Samsun’da kayıklara bindirilerek denize boşaltılmışlar ve denizde boğulmuşlardır. Bunu 1918’in Kasım ayında İstanbul görüşmelerinde Trabzon mebusu Hafız Mehmet Bey söylemiştir. 'Bafra kaymakamı bu işe karşı çıktığı için öldürülmüştür’ der. Nisan ve Mayıs aylarında İstanbul’da görülen 1919 Trabzon davasında şahitler bu denizde boğulmayı kendi ifadeleriyle de anlatırlar. İkincisi, sürgüne bile yollanmadan, bulundukları yerlerde imha edilirler. Özellikle Muş ve Bitlis bölgesinde, çoğu evlerinde, kiliselerde canlı canlı yakılırlar. Üçüncüsü, belli yerlere Teşkilat-ı Mahsusa birlikleri tarafından imha edilirler. Kemah Boğazı gibi... Buralara konvoylar halinde getirilirler ve sonra üzerlerine Teşkilat-ı Mahsusa birlikleri saldırır ve o şekilde imha edilirler. Eğer Teşkilat-ı Mahsusa birlikleri yeterli değilse Kürt aşiretleri ile anlaşarak Ermeniler bu aşiretlere teslim edilir. Bunlar devlet ile anlaşma içinde olan Kürt aşiretleridir. En son öldürme metodu da çöle sürüp yiyecek vermemektir. Osmanlı hükümeti gerek Almanların gerek Amerikalıların yaptığı her türlü yiyecek yardımını reddeder. Ermenilere yiyecek dağıtan misyonerler tutuklanma ve öldürülme ile tehdit edilirler. Ve Ermenilerin çölde açlığa,ölüme terk edilirler. Sonuçta bizim kendi rakamlarımıza göre 800 bin insan toptan imha edilmiştir.

» Sizce kısa dönemde herhangi bir Türkiye hükümetinin soykırımı tanıma ihtimali var mıdır?

- Başka hiçbir çaresi yok. Adına soykırım demez, başka birşey der. Ama büyük bir cinayet olduğu, büyük bir ayıp olduğu kabul edilmek zorunda. Ama bu beş yıl sonra olur, on yıl sonra olur, yirmi yıl sonra olur, elli yıl sonra olur, bilemem. Türkiye bu cinayetin üzerini örterek yaşayamaz. Bu, Türkiye’nin ayıbıdır. Bu ayıpla, Türkiye ne Avrupa Birliği’ne üye olabilir ne de modern dünyanın üyesi olabilir. Müsade etmezler. Biz, bugün çağımızı özür dileme çağı olarak adlandırıyoruz. Bir ara bir espri vardı İngiltere kraliçesi özür dilemekten yoruldu diye. Çünkü kolonilere gidiyor ve oralarda büyük cinayetler işlenmiş vaktiyle tabi İngilizler tarafından. Birinden özür dileyip diğerine koşuyor. Dolayısıyla Türkiye bu ayıpla yaşayamaz. Türkiye, bir tencere gibiydi, Dışişleri Bakanlığı da kapaktı, Türkiye’nin üzerini zorla kapatıyorlardı. Şimdi bu tencere patlıyor artık; Türkiye’yi dış dünyadan kapalı tutmaları mümkün değil artık. Her bir yerinden delindi tencere. Bu çağda, bu globalleşen dünyada, teknolojinin bu düzeyinde, Türk insanını yalanla, iftirayla bir yere kadar götürebilirsiniz. Türkiye’de bize 95 yıldır Kürt yoktur dediler. Ben ortaokul, lisedeyken bize Fahrettin Kırgızoğlu’nun kitapları dağıtılırdı ve bu kitaplarda ‘Kürt yoktur, Kürtler de Türk’tür’ yazardı. Bunlar bilimsel kitaplardır. Dipnotları falan olan akademik çalışmalardı. Kürtler işte dağda gezen Türk boylarıymış, kar olurmuş, karın üzerinde yürürken ‘kart kurt’ edermiş ayakları, onun için dağdaki Türklere Kürt denmiş falan. 95 yıldır ‘Kürt yoktur’ yalanı ile milleti uyuttular. Şu anda da Ermeni meselesinde söylenen cümle şudur; ‘1915’de hiçbir şey olmamıştır. Eğer bir şey olmuşsa da zaten ondan da Ermeniler sorumludur’. Bu yalanla daha fazla gidemezler. Bu da Kürt yoktur yalanı gibi bir yalandır. Türkiye Avrupa Birliği’ne de üye olamaz. Almaz Avrupa. Yani Avrupa Birliği’nin ille soykırımı kabul edeceksin diye hukuki bir ön şartı yok. Ama önemli değil ki... Kendi tarihi ile yüzleşmeyi beceremeyen bir devlet demokrat olamamış demektir. Dolayısıyla demokrasiyi hayata geçirmek istiyorsan tarihindeki ayıpla da yüzleşeceksin. Yakında başka guruplar da ortaya çıkacak. Örneğin, Dersimliler, “bize yapılan da soykırımdır, tanınmasını istiyoruz”, diyecekler.

"ERMENİ SOYKIRIMI AVRUPA TARİHİNİN BİR PARÇASI"

» Peki bu konuda devletin atması gereken adımlar nelerdir? Toprak ya da tazminat verilmesi gibi konularda ne düşünüyorsunuz?

- İlk önce özür dilenecek. Olanı ille soykırımdır diye tanımlamasına gerek yok. “Cinayettir, İnsanlık Suçudur”, gibi ifadeler de yetebilir. Ama Türkiye Cumhuriyeti devletinin “bu büyük bir ayıptır. Özür diliyoruz” demesi şarttır. Elbette, “yapılanların benimle, Türkiye Cumhuriyet ile alakası yoktur” diyebilir. Kimse de çıkıp “hayır, vardır” diye yakasına sarılmaz. Çünkü hukuki bir sorumluluktan çok önce, ahlaki bir sorumluluktur tartıştığımız. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ne kadar Osmanlı’nın devamı olup olmadığı tartışılabilir olsa bile bence çok önemli değildir. Çünkü hukuki değil, öncelikle ahlaki bir sorunla karşı karşıyayız. Onun için Türkiye, “bu, benim kurulmamdan önce olmuştur. Benimle ilgisi yoktur, ama büyük bir cinayettir. Bu bir insanlık suçudur”, diyebilir, demelidir. Bu suçtan dolayı Ermeni vatandaşlarımızdan ve tüm Ermenilerden özür dilenmelidir. Bu denmeden hiçbir adım atılmaz. Bu adım atıldıktan sonra şüphesiz Ermenilerin yaşadığı zararların telafisi ne olacak, konuşulacak, tartışılacaktır. Bu telafi konusunda değişik fikirler ortaya atılabilir. Burada, Kars Ardahan veya Van’ın Ermenistan’a verilmesi gibi seçeneklerin dillendirilmesi bile gereksizdir. Bunu ciddi olarak öne süren Ermeni de yoktur zaten. Türkiye Cumhuriyeti devleti uluslar arası hukuka göre herhangi bir Ermenistan toprağını işgal etmiş değildir. Soykırım Osmanlı devleti ile onun vatandaşları arasındaki bir problemdi. Dolayısıyla ortada, bizim milliyetçilerin iddia ettiği gibi bir toprak sorunu yoktur. Ama tazminat konusu açılır. O konuya ilişkin de yüzlerce öneri geliştirilebilir. Gerçekten Ermenilerin maruz kaldıkları bu tarihi haksızlıkların giderilmesi gerekmektedir. Bu konuda küçük adımlarla başlayabilirsiniz. İlk önce Ermeni kültürünün, Ermeni varlığının Anadolu’daki izleri yeniden açığa çıkartılmalıdır. Zorunlu göçten kalanların çocuklarına sembolik vatandaşlık hakkı geri verilebilir. Ermenistan ile sağlık, ekonomi, eğitim alanında çeşitli sosyal anlaşmalar yapılabilir. Bunlar üzerine tartışılabilir. Ben bu konuda iki önemli ilkeyi tekrar etmek isterim.
Birincisi, Türkiye tazminat konularında Avrupa’yı, İngiltere Fransa ve Almanya’yı da masaya davet ederse iyi olur. Onlar da bu suça bir şekilde bir yerlerinden ortak olmuşlardır. Ermeni soykırımı Avrupa tarihinin de bir parçasıdır. Soykırımda, büyük devletlerin bu işe karışmalarının da rolü vardır. Eğer Türkiye’nin gerçekten tazminat işini çözmesini istiyorlarsa benim önerim; örneğin Türkiye’nin Amerika’ya, Almanya’ya veya Fransa’ya ödediği dış borçlar vardır. Bu borçların bir kısmı Ermenistan’a kanalize edilebilir. Dediğim gibi yüzlerce öneri getirilebilir. Örneğin, Ermenilerden Trabzon’da yaptıkları ticaretten gümrük vergisi almaktan vaz geçilebilir. İkinci genel kuralım şu; tarihteki bu tür haksızlıkların giderilmesinde daima ve daima sonuçta vereceğiniz şeyin manevi olduğunu, paranın bile manevi olduğunu, o kaybolan şeyi geri getirmeyeceğini bilmeniz gerekir. Bu, sembolik olarak acıyı gidermek istediğinizi gösteren bir davranıştır. Esas olan şu duygudur: Ermeniler ellerini kalplerine koyup, ‘tamam, biz tatmin olduk kardeşim’ diyebilmelidir. Türkler de, 'evet, ben de huzurluyum; Ermenilerin uğradığı bu haksızlığını giderebildim’ diyebilmelidir. Yani, her iki milletin de sonuçta vicdanlarında bu acının ortadan kaldırıldığına ilişkin bir hisse sahip olmalıdırlar. Kural budur. Dolayısıyla Türklere ve Ermenilere bu duyguyu verebilecek bir çözüm yaratmak gerekir. Bunun yollarını da her iki toplum birlikte tartışarak bulmalıdır.

» Ermeni sorunu gündeme geldiğinde en çok öne sürülen iddialardan birisi de bu konunun tarihçilere bırakılması gerektiği. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

- Bu ‘bu işi tarihçilere bırakalım’ cümlesi artık kabak tadı verdi. Komik bir cümle. Bu cümle 1991’de anlamlıydı. Bu cümleyi ilk kullanan Ter Petrosyan’dır. Ermenistan devletini daha yeni kurmuşlar. Ter Petrosyan da bir tarihçi. Tarihten de çok emin olduğu için, bizimkiler “soykırım işi ne olacak” diye sorduklarında “bırakalım bunu tarihçiler konuşsun, gelin biz kapıları açalım, devlet ilişkilerini normalleştirelim” der. Bizimkiler anlamadılar teklifi ve red ettiler. Aradan 20 yıl geçti, şimdi ‘bu teklif galiba iyi bir teklifmiş, bu işi tarihçilere bırakalım’ diyorlar. Ama bu işin artık hükmü, anlamı kalmadı. İkincisi, peki kardeşim tarihçilere bırakalım da senin “asılsız Ermeni soykırımıyla mücadele komisyonu”n ne oluyor? MGK’da bu işle en üst düzeyde mücadele etmek için bir kurumun var. Genelkurmay Başkanlığı dahil olmak üzere bütün bakanlıkların internet sitelerinde “asılsız Ermeni soykırımı iddialarıyla mücadele eden” sayfaları var. Hükümet olarak konuda fetva vermekten de hiç sakınmıyorsunuz. Dışişleri bakanlığı ve diplomatlarımız neredeyse dünyanın en büyük tarihçileri haline gelmiş bulunuyor. Sabahtan akşama kadar tarihçilerin ne söylemesi gerektiğini de tarihçilere söylemekten geri kalmıyorsunuz. Devlet olarak her gün bu konunun siyasetini yapıyorsunuz. “Benim müslümanıma, benim Türküme, analarına, dedelerine, atalarına katil diyemezsiniz” diye siyaset yapıyorsunuz, ondan sonra da tarihçilere bırakalım diyorsunuz. Yani tarihçiler, sizin söylediğiniz kadar söylerlerse onlara bırakıyorsunuz. Sizin bildiklerinizin dışındakileri söyleyen tarihçilere hiç bir şeyi bırakmamakta ise çok kararlı duruyorsunuz.

Bence “bu meseleyi tarihçilere bırakalım” fikri artık kabak tadı vermiş bir saçmalıktır. Ortada tamamiyle siyasi bir sorun vardır ve siyasetin bunu çözmesi gerekir. Zaten şu aşamada konuşulan her konu doğrudan siyasetle ilişkilidir. İki ülkenin siyasetçilerinin oturup bu meseleyi çözmesi gerekiyor.

» Konuşmanızda tarihle yüzleşmekten söz ettiniz. Tarihle nasıl yüzleşeceğiz? Örneğin milliyetçiler, solcular nasıl gerçekleştirecekler bu yüzleşmeyi?

- Ben tarihle yüzleşelim derken aslında üzerinde konuşmakta olduğumuz zeminin değişmesi gerektiğini söylüyorum. Bugün Türkiye’deki tartışmaya baktığınız zaman gördüğünüz tablo şu; bir tarafta ‘1915’de cinayet işlenmiştir’ diyenler var, öbür tarafta “olmamıştır böyle şeyler” diyenler var. Ayrıca, “bu cinayet işlenmemiştir”, diyenler bir de şunu söylüyorlar, “bu cinayetler işlenmiştir diyenler, Türkleri, Türk milletini karalıyorlar; Türkler katildir, demiş oluyorlar”, vb... Dolayısıyla “1915’de soykırım olmuştur, ya da insanlar öldürülmüştür” demenin Türk milletini karalamak ve Türk milletine hakaret etmek anlamına geldiği ileri sürülüyor. Onun için Türkiye’de insanlar, “bu cinayetler işlenmiştir”, dendiğinde, sanki kendilerinin suçlandığını zannediyorlar. Yani 1915’de birşeyler oldu, demenin şu anda yaşayan Türk insanını suçlamak demek olduğunu zannediyorlar. Bu zeminin değişmesi lazım. Zemin değişikliğinden kastettiğim, milliyetçilerin de, Müslümanların da üzerinde durabilecekleri yeni bir tarihi zeminin yaratılması gerektiğini söylüyorum. Yani, kendilerini Türklük ile çok sıkı bir biçimde tanımlayan, milliyetçi insanların da 1915 üzerine yeni bir konuşma tarzı yaratmaları gerekir ve bu mümkündür, diyorum. 1915 üzerine milliyetçilerin de konuşabilecekleri bir zemin yaratılmalıdır ve bu yaratılabilir. Örnek vereyim: 1918 Meclis-i Mebusan görüşmelerinde iki tane önemli mebusumuz, birisi Trabzon mebusumuz Hafız Mehmet, diğer Bağdat mebusu Mehmet Emin bey çok ciddi konuşma yaparlar. İkisi de Türk milliyetçisi olarak konuşurlar. Mealen derler ki, “biz Türklüğün bir vicdan, bir adalet, bir namus olduğunu biliriz ve Türklük adına bu cinayetleri işleyenlerin Türklükle alakaları olmadığını buradan ilan ediyoruz. Ve Türklük adına bu katillerden hesap sorulmasını istiyoruz.” Yani dolayısıyla kendini Türk olarak, milliyetçi olarak tanımlayanlar da 1915 cinayetlerini kınayan bir dil geliştirebilirler. İkinci örneğim solculara ilişkindir. 1920-21 yıllarında Türkiye Komünist Partisi’nin kurucuları arasında ittihatçı katiller vardır. Salih Zeki Derzor mutasarrıfıydı, 200 bin Ermeni’nin öldürülmesinden sorumlu bir katildir ve gıyabında idam cezasına çarptırılmıştır. Salih Zeki, Türkiye Komünist Partisi’nin kurucu üyesidir. Ve Türkiye Komünist Partisi ile Ankara’daki Kemalist hareket arasında arabuluculuk yapmıştır. Benzeri sözleri diğer komünistlerimizin 1925 Şeyh Sait, 1938 Dersim hakkında söylediklerini biliyoruz. Örneğin Şefik Hüsnü, ‘Dersim’de feodal gericilik eziliyor’ diyerek Dersim katliamını açıktan savunmuştur. Dolayısıyla Türkiye solu da, 1915 üzerine konuşma tarzını kendisiyle yüzleşerek yapmak, kendi içindeki bu ittihatçı ekipten kalanların kimler olduğuna bakarak bir hesaplaşma yaşamak zorundadır. Tarihle yüzleşmek, siyasetimizin merkezine oturmak ve siyasetimizin merkezi olmak zorundadır.

* * *

TANER AKÇAM KİMDİR?

23 Ekim 1953’te Ardahan’da doğdu. ODTÜ İdari İlimler Fakültesi'ni bitirdi. 1973'ten sonra ODTÜ-DER, ADYÖD gibi derneklerin kurucuları arasında yer aldı. 1975'te yayına başlayan Devrimci Gençlik dergisinin sorumlu yazı işleri müdürü olarak, dergide komünizm ve Kürtçülük propagandası yapıldığı iddiasıyla yargılandı ve 1976'da tutuklandı, 1977'de 9 yıl hapis cezasına çarptırıldı. 12 Mart 1977' Ankara Merkez Kapalı Cezaevi'nden kaçtı. 1978-1995 yılları arasında Almanya'da siyasi mülteci olarak yaşadı. 1988 yılında Hamburg Sosyal Araştırmalar Enstitüsü'nde çalışmaya başladı. 1995'te Hannover Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde "İttihat ve Terakki Yargılamaları ve Ermeni Soykırımı" konulu doktora çalışmasını tamamladı. Akçam, halen Clark Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak görev yapıyor.

KİTAPLARI:

» İşkenceyi Durdurun - İnsan Hakları ve Marksizm (Ayrıntı Yayınları, 1991)
» Siyasi Kültürümüzde Zulüm ve İşkence (İletişim Yayınları, 1991)
» Türk Ulusal Kimliği ve Ermeni Sorunu (İletişim Yayınları, 1992)
» İslamda Hoşgörü ve Sınırları (Başak Yayınları, 1994)
» Türkiye'yi Yeniden Düşünmek (Birikim Yayınları, 1996)
» İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu (İmge Kitabevi Yay., 1999, 2002)
» Ermeni Tabusu Aralanırken (Su Yay., 2000)
» ‘Ermeni Meselesi Hallolunmuştur’: Osmanlı Belgelerine Göre Savaş Yıllarında Ermenilere Yönelik Politikalar (İletişim Yayınları, 2008)
» Vahakn Dadrian ile birlikte, Tehcir ve Taktil Divan-ı Harb-i Örfi Zabıtları / İttihad ve Terakki'nin Yargılanması (1919-1922), (Bilgi University Publication 2009)
» 1915 Yazıları, (İletişim Yayınları, 2010)


Sesonline.net

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz*:
Facebook'ta paylaş
0